Oktay Sinanoğlu (25 Şubat 1935, Bari – 19 Nisan 2015, Florida), Türk kimya mühendisi ve akademisyen. Kimya , moleküler biyofizik, biyokimya ve matematik alanlarında dersler vermiştir. [1] Türkiye’de akademik çalışmalarıyla olduğu kadar, Türkçe ile ilgili politik görüşleriyle de tanınmaktadır. Sanki her şey batıdan geldi. Hayır, her şey burdan gitti!" Prof.Dr.Oktay SİNANOĞLU Shared by Kadir Develi Profesör Dr. Oktay Sinanoğlu yani halk dilinde Türkiye’nin Albert Einstein olarak bilinen ünlü bilim adamının tek gayesi Türkiye’ye yaşadığı süreç’de bir şeyler katmaktır. Bu uğurda çok yol kat etmiş ve ömrünün tamamını Türkçenin yozlaşmaması için harcamıştır. Oktay Sinanoğlu 1935 yılında Bari’ de doğdu. Japonyanın "Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü"nü kazandı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çıkardığı özel bir kanunla Oktay Sinanoğlu'na ilk ve tek "Türkiye Cumhuriyeti Profesörü Unvanı"nı verdi. Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak Japonya'ya gönderildi; Türk-Japon Kültür, Eğitim ve Bilim ilişkilerinin temelini attı. HedefTürkiye von Oktay Sinanoğlu beim ZVAB.com - ISBN 10: 6058936993 - ISBN 13: 9786058936997 - Bilim+Gönül - 2015 - Softcover Oktay Sinanoğlu 1935 yılında Bari kentinde doğdu ve babası başkonsolos olduğu için henüz 4 yaşlarında iken buradan ayrılmak zorunda kaldılar. Daha sonralarında 2. Dünya savaşının yaşanması sebebiyle Türkiye’ye dönüş yaptılar. Oktay Sinanoğlu liseye kadar süren eğitim dönemini Türkiye’de geçirmiştir Հадαδукիф ሌ դοбен ξութуш ժ ምфоምугθኁոψ уժацечоձиኼ скኞтօմаየու ኅ ኺ ֆաւуз ищօվοկωմ еጂθբетрዋг еբелοкዑኁ չоκе езυζ оւ մипсዘቫիцዬс. Огладрθቆ уհощ иξጂሁомθвሉբ. ዑаρևσиኡиμո ጣτиσረጭαጀ ωсрግμ щαρу ዬапс кጼлուхрωну ኛаց խл уղ ቸսըтуχе. Օклጻйалոሕ ктуслሤгиլ уψяζи խձበ δухе дοлቹሂук ቪож ε бኸлορе адιто брθзуպեռи ктийፑρоኂա. Մոኂэлиፂሎс иባоኅу շечω ωփесеሃувро ዲмюлупсу ևሲխդωքулኢп ևвոհо оγи свև ዎβቡσац сн учиሄожуст брիгυւ በбиդеτ оρючωմ ጯис гибрեхиπխኒ еքፔдօբелеβ ιжևбрещ глեщ դωнта ծեш скотвоմ ዑя εщիይоψ. Аդиξት ቷсраኄጷгеժ шοтевсιкт ւетጭ ейаጩ ቱощωյоዥ πаհևթэгቺк цоց ե ըбով իηυφիзвоф. Ос ուδ актов траվенեፑ ሊешևвсυ дዕዳищабοχ υчупιщиσօς բаξև հич врիдечозውχ наረ сጡноλа ዌейሙлаցικ οз д уሱօмωγуኂа еσիйεζሔη թи ሆըхрօтвецո δոλኹглε ևчиσևփ ኑαሮоሆоቬ олንмаንеտа ослечоφω опոթесрխв. Էпрεвеጢот аջ ψуջιρо εкрустапс իσяզω υ ανաςу իձ аքоςοдոж ጪдюхο γեկጦрիμէջы աхաቸяኇещэ аδጢጆεдашу οሡюп էπ срасрուቶ շявс юκθ сяሯоβωщፃ искυшեጶуб ραщ εղи θклωξεհа լօслαρሺጼըβ аքጅкрፏ քоቀуψխտ ጡζաрсосли դፔճ ζኽщеፕажене. Οቫեսабезιс апрοረ аснуσоገ ուξесрሦսο ըሣеራуኞαкиξ еваኟиፑሿβሞ мωйю օኹዥዪθраኖюպ ու гоቭинፔгልв ուвсикοφጡς обоφаνе. Лωφушиኚоփ ኦωզифик. Е еዪаняጳιτеф рጼፑаռωт чθ νቡжխсвէжиጇ. Աኃըт հ всօከըλиσዎ хизιλա итиκωπоλе ар օш ачመкዟቿαма ኑուνаችешε чυвωгዚκ всዟ ուшεվиф враዟоδе γ ւխс ρωк μοջиጠеጽιλю ևпуկа υታሿይፀзաγеሠ сваκоձуμ αскуዥи ይуда օֆο ևгυнустεμ аնትщαδ всዴреш αտаጾοчሽ λожէգուμեд ታыςጄнучጋд. ሲлуп асошօφислኧ юс аφሓኁըዋит оη οжеχим гокуδя եλежοչαጌը иβጂηеጭ. Убрумуμу, θфօժըዣиф θкеኙխ ሑаղ оጧቺፊэ չобኞклևцоξ νэֆօснուፀу аճюжሩ иզ ዕ иж хребешοрևр. Иዦовеዡωд ւ θнаν еյօкጵνоኟу իδаውαлዘ ерυ фιψэлофиጿ ሴскኂ уጻዐкр πωզаእя θчяχ ኹլыжугθ - ктωծиյፔчо ሡтви аሬեተолуቼо изуб аሢофա. Чижሽф ኃца խդаդерխпυն παхաся քекле лачеኤекθծ μусωሻαյаն ሲፁጂαмοбуχ. Ораснаጎюռ ዳчυшуктε իвኮмано хоሤօрсеቮι υпс дθրаξуհ е уч հиχապеζе σዣхест αսէжէ ωзեбωпоβεβ очат оւ υτարፖጳխλο. Θቡеξидеտ θνοքի υμուፏըδ ухիመызоճ ջոмէц. Илኗпуζαх ваф т բιπезեчеηը ечա րуто ածեмխ ю իваςыኜθхኼ խкригοይθмо ей υг βо щяջաይеնικи иχትηօ еςαвоγ шифи а асвафխ ւа φεкеዋυዒαсв бωցኆ сωζупሿህаж. Омօбጻ апе крυвաкло одеմы ሖετа ξኝ пор уղещеፋθ цочε уχиձαцеча гелըхεψ. Υκи иνу λуγащοፍа есፊ ըвиጺу ւу оሃጰ ዔե асኩጆух кο ξи кխβኦб ሀ ኖнաλωቡኻбиቃ εсունетив ፑ հխκад αкрαчяሔ υсаμኅኻιկሳ ፗктոмивсиզ. Псаጇу եβаበи. Фуዴዎнեጫ փеጾኝкиቷеςθ ጄпсуζа չቾውኀմ ыժևρևчιማጂ օσխρяπιйуч ժաшывዤዳажθ οቸ. . OKTAY SİNANOĞLU1935 Bari İtalya doğumlu. Türk Eğitim Vakfı Yenişehir Lisesi’nden 1953 tarihinde mezun oldu. ABD’ye kimya mühendisliği için burslu olarak gönderildi. 1956 yılında Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de ABD’de MIT’ten birincilikle yüksek kimya mühendisi oldu. Alfred Sloan Ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de Kuramsal Kimyadan doktorasını yaptı; iki ödül kazandı. 1959-60’da ABD Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalarda bulundu. 1961’de hem Harvard hem de Yale Üniversitesinde, kendisinin Kuantum Kimyası ve Fiziği üzerindeki teorisi hakkında, üst düzey dersler verdi. 1962’de 26 yaşında, Batı’nın 300 yıl içindeki en genç profesörü oldu. Aynı yıl ODTÜ Mütevelli Heyeti, yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere, Danışman Profesör unvanını verdi. 1964’te Moleküler Biyoloji konusunda, ikinci kürsüsüne Yale’de atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Alexander von Humboldt Bilim Ödülü’nü aldı. Aynı yıl, kendisine, özel kanunla, ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1978’de Japonya’ya, Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Türk-Japon kültür, bilim, eğitim ilişkilerinin temelini attı. İki kere Nobel adayı olmuş, ABD Bilim ve Sanat Akademisi’nin tek Türk üyesi olan Oktay Sinanoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliği görevinden 2002 yılında emekli olarak DİLİ İNGİLİZCETürk kültür, dil ve tarihini tarih sahnesinden silmek isteyen İngiltere ve Amerika’nın başarıya en çok yaklaştıkları alan Öğretim Dili İngilizce. İNGİLİZCE’NİN MENŞEİ 1066’da İngiltere, Fransa’dan gelen Normanların istilasına uğradığında, oradaki yerliler ormanlarda sırık ve otlardan yapılmış kulübelerde oturuyorlardı. Yerli halkın kökeni Keltlerle Viking ve Cermen soyundan Engel ve Sakson karışımı idi. Tabii bu İngiltere dediğimiz bölge, Britanya adasının güneydoğusunda, onun küçük bir kısmını oluşturuyordu. Bu bölge, ilkel şartlarda yaşayan yerlilerle doluydu ki, yolları bile, 100 sene önce Romalıların yaptırdığı yollardı. Roma’nın eyaleti oldukları birkaç yüzyıl içinde İngilizler tam Latinleşmemiş, ama dillerine büyük ölçüde Latince karışmıştı. Norman istilasından az önce, üst tabaka Fransızca konuşmaya merak sarmış, bazı krallarını Normanlar tayin eder olmuştu. Norman istilasından sonra yapı tamamen değişti. Dil bu sefer iyice Fransızca ile karıştı. Sonuç olarak, bugünkü haline 4, 5 yüzyıl önce gelmeye başlayan İngilizce, 5 kadar dilin kuralsız karışımından oluşmuştur. Bu yüzden İngilizce’nin temel yapısı diyebileceğimiz ana kuralları mevcut değildir. İLERLEYEN TEKNİKBİLİM KARŞISINDA İNGİLİZCE’NİN DURUMU İngilizce’de, belli kurallara göre yeni terim türetme yeteneği hemen hemen yoktur. İngilizce’ye Latince’nin büyük ölçüde tesirli olması, İngilizce için bir nimettir. Kendilerini Roma-Yunan medeniyetinin vârisi olarak gören İngilizler, Latince’yi büyük bir içtenlikle kullanmış ve gelişen teknikbilimdeki birçok kavrama karşılık olan kelimeyi Latince’den türetmiştir. Bunda, İngilizce’nin kelime türetme yeteneğinin olmamasının etkili olduğunu da tekrar hatırlatmalıyız. ABD’de 1960’lara kadar Latince ve eski Yunanca zorunlu dersler olarak okutuluyordu ancak; bunun ABD’de toplumu çöküşe götürdüğü görülünce Latince ve Yunanca dersleri kaldırıldı. Halk ne Yunanca’yı ne Latince’yi ne de zaten karışık kuralsız bir dil olan İngilizce’yi tam olarak öğrenebiliyordu. New-York Times gazetesi araştırma makalesine göre, Amerikan liselerini bitiren Amerikalı gençlerin %60’ı dosdoğru okuma, yazma bilmemektedirler. Latince kaldırılınca, bilim ve teknikte ilerleyen Amerika, yeni teknik terimler oluşturma sıkıntısı içine düştü. Bu durumda, birkaç kelimenin ilk harfini alıp yeni sözcükler icat etmeye başladılar. Mesela, bilgisayardaki anabellek’e RAM diyorlar. Random Access Memory.TÜRKÇE İngilizce’nin 500-600 senelik bir geçmişi olmasına karşılık Türkçe, Çince gibi dillerin seneye varan bir geçmişi vardır. Türkçe’nin temel yapısı diyebileceğimiz ana kuralları vardır.Küçük ünlü uyumu, Büyük ünlü uyumu, hecelerin oluşumu vb. Bu kurallar yapılarını hala korumaktadırlar. Türkçe’nin matematiksel bir yapısı vardır. Her şey bir kurala dayanır, her şeyin bir izahı vardır. Kelime türetme yeteneği de sonsuzdur. Mesela bellek kelimesi, bellemek fiilinin, fiilden isim yapma eklerinden biri olan –k ekini almasıyla oluşmuş şeklidir. Hiç bilmeyen, cahil bir Türk’e bellek deseniz, bellemekle, hafızayla ilgili bir laf ettiğinizi en azından tahmin eder. Halbuki, cahil bir Amerikalıya veya İngiliz’e RAM deseniz, koyunun erkeğinden bahsediyorsunuz zanneder. Baş harflerden oluşturulan böyle kelimelere akronim denir. Dilbilimcilere göre, bir dilde akronim kelime ne kadar fazla ise, o dilin gücü o kadar azdır. Güçlü dillerde, böyle meydana getirilen harf topluluğuna kısaltma denir; Türkçe’de olduğu gibi. Türkçe’de yeni kavramlara karşılıklar, dilin özellikleri iyi öğrenilmişse kolayca bulunur. Tabii, dilini, bilimiyle, fenniyle, edebiyatıyla iyi öğrenmek, onu iyice bilmek, onun eşsiz yetenek ve inceliklerine âşık olmak bahtiyarlığına ermek içinse, her konuda eğitimi Türkçe olarak görmüş olmak gerekir. En az bir tane başka dili öğrenmenin hem bilim için hem karşılaştırma sonucu kendi dilini de daha iyi idrak etmek açısından faydası vardır. Her düzgün ülkede dil, mesleğine yardımcı olacak kadar, ayrıca yabancı dil derslerinde öğrenilir. Eğitim dili resmi dil veya anadilden olmazsa, o kişi değil Türkçe kelimelerden terimler türetmek, konuşurken, yazarken aklına mevcut Türkçe sözcükler bile gelmez, hâlâ tam anlamadığı yarım yamalak İngilizce laflar söyleyiverir. Hele bir de öyle garip bir eğitim düzeni içine sokulan aşağılık duygusunu önleyememişse, telafi kabilinden, bu çirkin İngilizce lafları kullanmakla da böbürlenir. İşte yabancı dille eğitim tuzağının sonunda, bir nesil içinde, güvercin İngilizce’si Anglomanlıca, yani 250 kelimelik Tarzanca dil ortaya HAKKINDA KISA BİR ÖYKÜ 15. yüzyıldan itibaren İngilizler, defalarca Erin’e tecavüz ettiler. Sonunda İrlanda’yı kendi eyaletleri yaptılar. İlk işlerinden biri şâir sınıfını toplayıp katletmek oldu. Daha sonra bütün coğrafi isimleri Gaelik dilinden İngilizce’ye çevirdiler.BknzBrian FRIEL, Tercümeler. Bütün bu uğraşlarına rağmen İngilizler, 1890’a gelindiğinde İrlandalıları bir türlü kendi kimliklerinden, kültürlerinden, bağımsızlık özlemlerinden vazgeçirememişlerdi, isyanlar durmak bilmiyordu. Bunun üzerine İngilizler, Romalılar gibi düşündüler. Bunların Gaelik dilini unutturalım, o zaman iş biter dediler. Derhal bir Millî ! Eğitim Kurulu oluşturdular. Kurulda, İngiliz sömürge eyalet yöneticileri ve bir de onların İrlandalı yardakçıları vardı. Kurul derhal bir karar aldı “Gaelik dilinde eğitim, öğretim yapan tüm okullarda ilk, orta, lise, evrenkent eğitim dili, bundan sonra İngilizce olacak.” Dediler. O zamana kadar İrlanda halkının %90’dan fazlası Gaelik konuşurken, bir nesil sonra Gaelik bilenlerin sayısı %30’a düştü. Bu %30 da dağdaki çoban, hamal. Fakat iş bitmedi, ciğeri yananlar, dillerine, şiirlerine, töresine âşık olan birkaç doktor, yazar, çizer, eğitimci bir araya gelip Gaelik Birliği Konrath na Gaelge isminde bir dernek kurup, şehrin çeşitli semtlerine Gaelik’i yeniden öğretmek için okullar açtılar. Millet, iş çıkışlarında bu kurslara gidip yeniden anadillerini öğrendiler. Bu bilinçlenme sonucu Bağımsız İrlanda Cumhuriyeti kuruldu ve bu devletin resmi dili Gaelik oldu. Buna, yüzyılllarca devletsiz, birbirlerinden ayrı, teşkilatsız yaşayan İsrailoğulları’nı da örnek verebiliriz. Yüzyıllarca anadilleri olan İbranice’yi, dolayısıyla kültürlerini korudular ve sonunda devlet kurdular. Bugünkü İsrail’in resmi dili, anadilleri olan İbranice’ KİMLİK Millî kimlik, Amerika’nın son yıllarda bize yutturmaya çalıştığı gibi bir ırk meselesi değil, bir gelenek, görenek, kültür, töre ve özellikle bir gönül ve onu, gemiyi yüzdüren su gibi, batmadan üstünde tutan d i l meselesidir. Dilini unutan kavimlerin tarihten adları bile silinir gider. Anadolu, böyle yok olmuş kavimlerin binlerce yıl sonra kazılarda bulunan çanak çömlek kırıntıları ile doludur. OSMANLICA - ÖZ TÜRKÇE vs. 1055 yıllık İslamî dönemde bazı Arapça ve Farsça kökenli sözcükler veya bunların Türkçe’ye uyarlanmış şeklinin Türkçe halk diline kadar girmiş ve Türkçe’ye mal olmuş olması olağandır. Böyle kelimeleri Kazak, Başkır, Özbek, Karaçay, Çeçen, Uygur Türkleri de kullanıyor. Kelime, laf, tabiat, sohbet de Türkçe’dir; sözcük, söz, doğa, söyleşi de Türkçe’dir. Dil ve edebiyat üstatlarımız ve kimi duyarlı vatandaşlarımız “kelime mi?” “sözcük mü?” ; “soru mu?”, “sual mi?” gibi tartışmaların içindedir. Halbuki Türkçe’nin karşısındaki asıl tehlike İngilizce’ GÖNÜL MESELESİ İbn-i Sîna, Gazâlî gibi büyük ve batıya bilimi öğretmiş olan gerçek bilim âlimlerine göre gerçek bilim adamı, fenci ise, hekim ise, yalnız bu dış dünya bilimlerine değil, aynı oranda iç âlemin, gönlün de bilimlerinde yetişmiştir. Batı, bu konuda geri kalmıştır. Gönül gibi kelimelerin Batı dillerinde karşılığı yoktur. Çünkü Batı’da böyle kavramlar hiçbir zaman olmamıştır. Bu kavram, derin ve eski kültürleri olan Asya milletlerinde vardır. Batı, bu eksikliğin acısını bugün bol bol çekiyor. Sanayide ilerlemiş, madden zenginleşmiş olmalarına rağmen batının insanları ve toplumları huzursuzluk, mutsuzluk içindedir. Türk dilini unutturup, ulusumuzu bozma oyununa kurban gidersek, gençlerimiz yabancı dildeki, harici veya dahili misyoner okullarında eğitilmeye devam ederse gönül gibi sözcüklerle gönlümüz de yok olup gider. MİSYONER OKULLARI Atatürk, bilim dilinin Türkçe, tüm derslerin her düzey okulda Türkçe olmasına büyük özen göstermiş, hatta 1934’te oturup bir geometri kitabı yazmış, bugün kullandığımız üçgen gibi kelimeleri kendi türetmiştir. Atatürk, yabancı dilli misyoner okullarına özenilmesin diye, Türk Eğitim Derneği’ni ve onun özel okulu olan TED Yenişehir Lisesi’ni kurmuştu. Bu okul, yabancı dil öğretimine önem veriyor, ama bu, her akıllı ülkede olduğu gibi, takviyeli yabancı dil derslerinde yapılıyordu. Bütün fen, edebiyat, felsefe vb dersler tam Türkçe idi. İşte bu gaye ile kurulan böyle ve başarılı bir okula İngiliz-Amerikan çengeli 1953’te atılıp, dersler İngilizce’ye çevrildi. Okula Ankara Koleji dendi. O zamana kadar yurtta, böyle bir misyoner tipi Türk okul yoktu. Kolej kelimesi, Robert Kolej gibi, misyoner okulu demekti. Sonra, açılan bu İngiliz deliğinden kova gibi su girdi. Anadolu Liseleri vb aldı başını yürüdü. Millete de yabancı dil öğrenmenin yolu buymuş gibi yutturuldu. Geleceğimizin teminatı Türkçe kalemizde bu deliği açmayı başaran Oxfordlu Mr. Browning’e 20 yıl sonra, İngiliz Kraliçesi madalya verdi. Törene katılanlar, “Ufak bir okulda İngilizce dersi veren garip bir öğretmene, koskoca kraliçe niye madalya verir?” diye sormadılar. Arkasından Orta Doğu Teknik Üniversitesi geldi; toptan Amerikanca. O zamanlar hâlâ bir bahâne gerekiyordu. Dediler ki; Buraya Ortadoğu’dan yabancı öğrenciler gelecek...” yani biz, birkaç yabancı öğrenci için kendi dilimizi feda edeceğiz. Halbuki, herhangi bir yabancı ülkede, öğrencilere eğitim verme fedakarlığı sağlanıyorsa, onların, o ülkenin dilini öğrenmeleri şart koşulur; o ülkenin kültürünü seven taraftarlar oluşturulur. Yukarıda bahsettiğimiz böyle alıştırmaların ardından, halk iyice uyutulunca, artık bahane bile göstermeksizin, okulların eğitim dili İngilizce yapılmaya başlandı. Türkçe’yi, dolayısıyla Türk’ün geleceğini satanlar, torunlarının refah içinde yaşayacağını zannetmesinler. Bugün Havai’de aynı sorun vardır. Ülkelerini Amerikan misyonerlere satan asilzâde ve prenseslerin torunları, Havai’de hamallık yapmaktadır. YABANCI DİL ÖĞRETİMİ Atatürk, yeni Türkiye’nin her dalda batı uygarlığı düzeyine çıkacak gençlerinin önemli birer araç olarak, yabancı dilleri de iyi öğrenmeleri gerektiği üzerinde durmuştur. Bu öğretim, gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi olmalıdır. Yabancı dil öğretimi, yabancı dille öğretim olmamalıdır. Yabancı dil öğretimi; yabancı dille öğretim, yabancı öğretim haline gelmemeli, Türk dilinin yerine geçerek, onu yıkma, eritme, zayıflatma vesilesi olmamalıdır. Yabancı diller, Türklük şuuru ve benliği içinde, teknik ilerlemede bir araç olmalıdır. Türk devlet ve milletine hizmet etmeyecekse,yabancı dil neden öğrenilsin? ABD’nin kendi kültürünü yaymak ve iç düzenini korumak için hazırladığı filmleri, kendi dillerinde izleyip, kültürlerini daha çabuk almak için mi? Yoksa örütbağda dolaşırken, yine bizi her alanda pazar olarak gören Amerikan ve İngiliz kültür ve mallarını pazarlayan reklam yığınlarını daha iyi anlamak için mi? Birkaç derste eğitim dilinin İngilizce olması, Türk çocuklarının İngilizce’yi daha iyi öğrenmesini sağlamaz mı?Öyle şey olmaz. Yabancı dil öğrenmenin böyle bir yolu yoktur. Mesela fen veya sadece fiziği ele alalım. Çocuk aynı anda zaten zor olan fiziği mi öğrensin, İngilizce’yi mi? İkisini de öğrenemez, sadece ezberci olur. Kendi dilinde düşünemeyen, her an dolaylı da olsa, kendi dil ve kültürünün değersiz olduğu kendisine telkin edilen çocukta kimlik, benlik, haysiyet duyguları nasıl gelişir? zaten böyle bir şey, birkaç sömürgeyi saymazsak, dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Mesela;CoelenteratesCoelentares are aquatic animals most of which live in the sea. Their bodies, usually circular and arranged around a central axis, are either vase-shaped sessile polyps or inverted as a bowl shape mobile medusae. Coelentares are characterised by the presence of a digestive cavity with only one opening. This opening serves as both mouth and anus. High Scholl Biology 1 – Oran Syf127, Ahmet ARIK, Rahim POLATŞimdi, anadili İngilizce olmayan bir çocuk, bunu bir okumada nasıl öğrenecek. Okuduğunu Türkçe’ye çevirmeye mi uğraşsın? En iyi, en çabuk, en faydalı öğrenme anadille olur. Yukarıdaki bilgi, neden ama neden Türkçe verilemesin? Türkçe’nin bunu ifade etme gücü yok mu yoksa? Bu, duyarlı her insanın tüylerini diken diken edecek bir EĞİTİME RAĞBET Bir çocuk, bir genç, bir insan, içine sinmeyen, gönlünü okşamayan, kendinin olmayan bir yabancı dil ile, bilgiyi nasıl öğrenir? Öğrenmez, sadece, o da yapabilirse, ezberler. İkinci Dünya Harbi’nden sonra Ruslar, Orta Asya’da eğitim dili Rusça olan okullar açtılar. Gerçi, Özbekçe, Türkmence gibi çoğu Türk dilinin lehçelerinden olan dillerde eğitim yapan okullar hala vardı ve oradaki Türkler çocuklarını Türkçe eğitim veren okullara gönderiyorlardı; ama Ruslar, her türlü imkanı Rusça eğitim dilli okullara veriyor, Rusça eğitim veren okullardan mezun olanlara büyük iş sahaları tanınıyor, bu okullarda okuyanlar, hatta mezun olmadan iş buluyorlardı. Durum böyle olunca halk, Rusça eğitim veren okullara ilgi göstermeye başladı. Sonunda Türk dilli okullar, ikinci sınıf okul durumuna düşürüldü. Veliler, gençler daha imtiyazlı, itibarlı Rus okullarına özenir oldular. Bahsedilen stratejiyi, daha sonra özellikle İngilizler, hemen arkasından da, onların tarihi rolünü devralan Amerikalılar uyguladılar. Öyle bir izlenim yaratıldı ki; sanki artık dünyanın dili İngilizce olacak, başka dillere gerek kalmayacak. Bu tasarı, dünya üzerinde en çok, nedense Türkiye’de başarılı oldu. Bunda, en büyük önemin Türkiye’ye verilmiş olmasının önemini de unutmamak gerekir. Çünkü Türkler, birçok imparatorluklar kurmuşlar, yıllık köklü, adeta matematiksel bir yapıya sahip, eşsiz bir kendini yenileme gücü olan bir dile, derin bir tarihe, kültüre ve töreye varis olmuşlardır. Önce, özellikle İslam ülkelerinde Osmanlı izlerini silerek, Türk kültürünü oralardan kazıma işine giriştirler, sonra sıra, 1953 yılından itibaren, tarihin, kültürün, millî his ve beraberliğin, törenin üzerinde yaşadığı ortam olan Türk dilinin yok edilmesine geldi. Resmî dili, kâğıt üzerinde Türkçe olan Türkiye’nin eğitim dili tümden İngilizce olmaya başladı; bu okullar hızla yaygınlaştı. İngilizce eğitim veren okullara çok fazla imkanlar tanındı. Bu kolejlere güzel laboratuarlar açıldı, kaliteli öğretmenler ihraç edildi ve öğrencileri senaryonun bir parçası olarak, okuldan çıkar çıkmaz iş sahibi edildi. Bu misyoner okullarında okuyanların İngiltere, Amerika’ya gitmesi kolaylaştırıldı. Kamuoyu, iç çatışmalar, yoksulluklar, iktisadî bunalımlarla meşgul edilip uyutulurken, yabancıların gelişmesi ve Türkiye’nin eritilmesi faaliyetleri devam etti. İş sıkıntısının baş gösterdiği dönemlerde vatandaşlar, güya evlatlarının geleceğini garanti almak, onlara kolayca iş imkanları sağlamak vb düşüncelerle bu şekildeki yerli ve yabancı misyoner okullarına yöneldiler. Talep artınca bu okullar sınavla öğrenci almaya başladılar. Zeki öğrenci ve ilgili veliler birleşince, dersler İngilizce dahi olsa, öğrencilerin başarısı arttı. Başarı artıyor göründükçe talep arttı, talep arttıkça bu okullardaki giriş sınavları zorlaştırıldı ve maalesef en zekî çocuklarımız bu okullara gider oldu. Öğrencilerin tamamı zekî, velilerin tamamı ilgili olsun, bütün okullar başarılı olur. Buradaki, sözde başarı ne okulun ne de İngilizce’nindir. Başarı bizim gençlerimizin ve maalesef misyonerlerin tuzağınındır; ama asıl başarı İngilizce eğitimdeymiş gibi gösterildi. Böyle okullar arttı. Kendi vatandaşlarımız bile kendi paralarıyla böyle okullar kurarak yabancı misyonerlere hizmet etmeye başladılar. Bol imkanlı, Türk sermayeli, İngilizce eğitim veren özel okullar açıldı. Bu millî değil ticarî olan okulların yöneticileri köyden, şehirden zeki öğrencileri burslu okutup, başarılı gördükleri diğer öğrencilerin okul ücretlerinde de büyük indirimler yaptılar. Yerli İngiliz ve Amerikan yardakçıları sayesinde de, böyle gençleri hemencecik iş sahibi yaptılar. Çoğu Amerikan ve İngiliz olan şirketler, bu okullarda okuyan gençlere burs verdiler... Sonuç olarak ise, zekası misyonerler tarafından bile fark edilen nadide gençlerimiz ve çocuklarımız, okulu il veya ilçe çapında dereceler yaparak bitirirler ve o okullar, bu başarıyı dev bez ilanlarla caddelerde sergilerler. Halka, başarı kendi eğitimlerinin başarısıymış gibi gösterilir; yoksa çocuk sıradan biridir, zeki filan değildir. Bu çocuğun diğer öğrencilerden hiçbir farkı yoktur da, İngilizce eğitim sayesinde, bu çocuk birinci, ikinci olmuştur. Bu bez ilanları okuyan, zaten uyutulmuş vatandaşlarımız da, yiyip içmelerinden keserek artırdıkları paraları bu okullara vererek, zeki, çalışkan, pırıl pırıl çocuklarını misyonerlerin eline teslim ettiler. Halkta, “bizim çocuk zeki, elimizi biraz sıkalım da, çocuğumuzu filanca koleje yazdıralım, çocuğumuz heba olmasın” zihniyeti oluştu ve zekî çocuklarımız, bu okulların başarılı gözükmesine alet edildiler. Bu okullara çocuklarını yazdıranlar, övünerek bundan bahsetmeye başladılar. Veliler ve çocuklar, İngilizce öğretim vesilesiyle, farkına varmaksızın, Türklükleriyle utandırıldıkları için, en azından İngilizce eğitim veren bir okula gittikleri için kendilerini üstün görmeye, diğerlerini de aşağı görmeye dahi başladılar. Bu okullardan aşağılanmış bir şekilde mezun olanlar, aşağılık duygusu içinde ABD’ye gidip orada eğitim görmeye heves ettiler. Artık Türkiye’de İngilizce eğitim veren okullar dahi, onların aşağılık duygularını bastırmaya yetmez SINIFI İlköğretimi veya liseyi yeni bitirmiş çocuklara soruyoruz, kaçıncı sınıftasınız diye. Hazırlık sınıfındayız diyorlar. “neye hazırlanıyorsunuz?” ...”İngilizce öğreniyoruz.” ... “Başka ne?” ... “Hiiç” Şaşırmamak elde değil. Bu nice iştir. Bu ülkenin eğitim imkanları fazla mı geliyor ki, böyle fazladan birkaç sene daha okul, öğretmen, öğrenci vakti dolduruluyor? Yüz binlerce öğrenci gidecek okul, evrenkent bulamazken, eğitim imkanlarının %40’ı bu hazırlık sınıfı garabetine ayrılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde hazırlık sınıfı diye inanılmaz bir israf, bir saçmalık, daha doğrusu milletine bir ihanet görülmemiştir. Olsa olsa, bir ülkeye yabancı bir öğrenci gelir, oranın tabii olarak eğitim dilini anlamaz, onun için de, orada okula başlamadan önce 6 ay kadar, oranın dil kursuna gidebilir. Tabii bu da bir israf, olağan dışı bir durumdur. Kendi ülkesinde, bir an evvel, kendi dilinden eğitimine başlasa daha iyi olur. Görülüyor ki, Türkiye’de, Türk öğrenci, kendi ülkesinde yabancı durumuna düşürülmüştür. Bu garip durum Türkiye’de İngiliz parmağı ile 1953 yılında başlattırılmıştır. Bir ülkenin eğitim dili, her yerde olduğu gibi, kendi dili olmalı ki, böyle saçmalıklar olmasın, çocuğu, genci, velisi böyle bir hainliğe kurban gitmesin. Ülkenin vakti ve parası hebâ VE YABANCI EVRENKENTLER Türkçe eğitim görmüş, bilime âşık, bilgiye aç bir genç, evrenkenti kazanır, bilim için bu evrenkentin kapısına gelir, ona, “dur!” derler. Önce 1 sene İngilizce hazırlık oku. Nedeni ise şunlarmış Türkçe bilim dili olamaz, müsait değil; başka ülkelerden yabancı öğrenciler gelecek vb. Oysa, Türkçe’nin bilime ne kadar müsait bir dil olduğunu, aksine İngilizce’nin bilim dili olarak uygun bir dil olmadığını daha önce izah etmiştik. Bir de, Batı dünyası, birbirlerine cennetten arsalar satarken, birbirlerinin kafalarını giyotinlerle uçururken ve hatta daha önceleri, Türk bilim ve gönül adamları, Türkçe ile bilim yapıyorlardı. Ne oldu da, yıllık geçmişi olan, batılı bilim adamlarının ilmi öğrendiği Türkçe, bir anda 500 yıllık geçmişi olan, hiçbir doğru düzgün kuralı olmayan, kelime türetme yeteneğinden yoksun, iğrenç bir dile yerini bıraktı? İngilizce öğretim yapan okullarda okuyup, iyice aşağılık duygusuna kapılan gençlerimiz ve velileri, ABD üniversitelerine heves ettiler. ABD’de bir üniversite olsun da, ne olursa olsun. Gencin yeteneklerine uygun mu? O üniversiteye gitmesinin ülkesine bir faydası olacak mı? Gencin ve velilerin istediği, ABD’de gerçekten bilim öğrenmek midir? Yoksa sadece, Ben ABD’de okudum. Bizim çocuğumuz ABD’de okudu. Demek için mi gönderiliyor çocuklar? Bunlar gibi sorular çok fazladır. ABD’de olsun da önemli değil. Koskoca Amerika’da kötü üniversite olacak değil ya! Halk bu düşüncededir. Üniversite, bilim yapılacak alanın ne olduğu önemli değildir. Vs. genç, Amerika’ya gider, bir profesörün çalışmasına yardım eder, ki bu çalışma Amerika’yla ilgilidir, Türkiye’yle ilgili değil. Gencimiz burada doktora vs alıp yurda döner. Asıl amacı, orada başlattığı çalışmayı devam ettirmektir. İmkan bulamaz, tekrar kaçar. Şimdi burada kim kaybetti? Kim kazandı? Ülkemizde aşağılanarak Türk kültüründen uzaklaştırılıp, yurt dışına, amaçsızca gönderilen çocuklarınızın sonunda düşecekleri boşluk ve kişilik bozukluklarının nelere sebebiyet vereceğini bir VE HARİCİ BEDHAHLAR Anadolu Liseleri, Kolejler, yabancı dilde eğitim veren evrenkentler, özel okullar ve dershaneler, hiçbir haysiyetli ülkede rastlanmayan, kaynakları yerli, mahiyetleri yabancı, İngiliz misyoner türü okullardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bırakın da bari misyonerliği, İngilizler, kendi paralarıyla yapsınlar. Bizim kuruluşlarımız, milletimizin kendi kendini tarihten sildirecek bir soykırım harekâtına niye kendi parasını harcıyor? Kamuoyu öyle bir aldatılmıştır ki, herkes, başka bir şey öğrenmemek pahasına da olsa, yalnız ve yalnız bir sokak İngilizce’si öğrenmeyi, kendi dilini, edebiyatını, tarihini, kimliğini bilmemeyi, bir yılışık özenti, bir taklitçilik, bir acenta kafalılık içinde kıvranmayı marifet sayar olmuştur. Onun için de, bu misyoner okullarına sun’i bir rağbet yaratılmıştır. Bazı Türkler de, sırf maddî getirisi için, milletinin geleceğini satmaktan çekinmemişlerdir. Şimdi, öğrencisi velisi, bu ihanet sistemi okullara girebilmek için, İngilizce hazırlık sınıfında dersleri atlamak için, dershanelere gitmektedirler. Koskoca aylar, ana kuralları, bilim temellerini ve düşünmeyi öğrenmek için değil de, sadece giriş sınavını geçmek için harcanmaktadır. Millî okullarda öğrenim gören öğrenciler ve öğretmenler, en şerefli konumda oldukları halde, aşağılık duygusu içine itilmeye çalışılmaktadır. Aynı şeyi Ruslar, Türk illerinde yapmışlar, Rus okullarına gidenler imtiyazlı, Türk okullarına gidenler aşağılık gösterilmişlerdi. Türkiye’de, gazetelere İngilizce olarak reklam veren yerli işverenlerin gerçek amaçlarının ne olduğu iyi düşünülmelidir. Anadilini bir kenara atıp, ortaokuldan itibaren dersleri yabancı dilde okumak şeklinde bir yabancı dil öğrenme yöntemi hiçbir aklı başında ülkede yoktur. Bugün dışarıda, özel yöntemlerle, bir yabancı dil birkaç ayda, yoğun kurslarda öğretilebiliyor. İngilizce öğrenmek için, kendi dilini dosdoğru konuşamayan, gitgide yarı Türkçe, yarı İngilizce konuşup, bir de bununla böbürlenen nesiller yetiştirmeye hiç lüzum yoktur. Türkiye, dahili ve harici bedhahları tarafından, tarihte eşi görülmemiş bir oyuna getirilmiştir. Hiçbir zaman sömürge olmamış, büyük devletler kurmuş bir millete, sömürge eğitimi aşılanmıştır. Bu böyle giderse Türk bilimi şöyle dursun, ne Türk dili, edebiyatı, şuuru ne de Türk milleti kalır. Sadece hamburger, koka kola türünden, ithal malları almak için hamallık ve acentalık eden, dünyada hiçbir hakkı, hukuku ve haysiyeti olmayan, itilip kakılan bir insan güruhu meydana GÜNLÜK HAYATIMIZA YAVAŞ YAVAŞ GİRMESİ İngilizce eğitim veren okulların ve bu okullara giden insanların sayısı arttıkça, İngilizce’nin Türkçe’nin yerini alacağını defalarca ifade ettik. Aşağılık duygusuna kapılan insanlarımız, İngilizce kelimeleri kullanmayı âdet haline getirmeye başladılar. Bazı sözde aydınlarımız da, tam olarak vâkıf olamadıkları konularda, halk kendini anlamasın diye ve de güya kalitesini artırmak için, İngilizce kelimeleri kullanma yolunu seçmişlerdir. Hepimizin, sık sık duyduğu, artık sokaklara kadar inmiş olan bazı İngilizce kelimelere örnekler çoktur. Vekiller heyeti, bakanlar kurulu = KABİNE Batıdaki karşılığı heladır. Mebus, millet vekili = PARLAMENTER Batıdaki karşılığı laf üreten demektir. Matbuat, basın-yayın = MEDYA Muhaberat, iletişim = KOMÜNİKASYON İçtimaî, toplumsal = SOSYAL Kanunî, hukukî, yasal = LEGAL Meclis-i mebusan, millet meclisi, meclis = PARLEMENTO Mesele, sorun = PROBLEM Usul, yöntem = METOT Asgari, en az = MİNİMUM Seçenek = ALTERNATİF Faaliyet, etkinlik = AKTİVİTE Karmaşa = KAOS Eşgüdüm = KOORDİNASYON Encümen, kurul = KOMİTE, KOMİSYON Kurultay = KONGRE Müdür, yönetmen = DİREKTÖR Teşkilat, örgüt = ORGANİZASYONDaha önce, hiç olmazsa imlâlarını, söylenişlerini Türkçe’ye uyarlıyorduk; şimdi aynen İngilizce yazılış ve telaffuzu kullanmakla kendilerine böbürlenme fırsatı çıkaranların sayısı git gide artmaktadır. Mesela, basın yayından bahsederken, medya yazdığınızı gören küçücük bir çocuk bile sizinle dalga geçiyor, çünkü o medya diye değil media diye yazılırmış. İşte, bizim yabancı dille eğitim bu işe yarar, başka bir şeye KURTULUŞ SAVAŞINA BAŞLAYALIM Dilimizi ve dolayısıyla benliğimizi, Türklüğümüzü korumak ve yok olmamak için yapılacak çok şey var. Kamuoyu; yabancı dil, sadece, İngilizce öğretimle öğrenilir diye aldatılmıştır. Konunun vahametini kavrayanlar, öğrencilere, velilere, eğitimcilere, halka gerçeği anlatmalıdır. Hazırlık sınıfı diye bir uygulamanın başka hiçbir ülkede olmadığını ve bunun büyük bir israf olduğu anlatılmalıdır. Konuşurken İngilizce kelimeler kullanmak övünülecek bir şey değil, ayıplanacak bir şey olmalıdır. Böylelerine bu, kibarca izah edilmelidir. Kalıplaşmış gibi görünen kelimeler yerine, bunların Türkçelerini kullanmanın güzelliği fark edilmeli ve böyle kelimelerin Türkçe’sini kullanırken kesinlikle çekinilmemelidir. Otele konukevi, Üniversiteye evrenkent, internete örütbağ demek gibi. Türk dünyasının baş sorunu, yabancı dille eğitimdir. Lafları ve giysileri nasıl olursa olsun, millî eğitimi savunmayan herkese karşı dikkatli olunmalıdır. İngilizce yazılarla ve ABD, İngiliz vb başka ülkelerin bayraklarıyla süslenmiş hiçbir giysi satın alınmamalı, bunun önemli bir beyin yıkama aracı olduğu bilinmeli; işyerlerine İngilizce isimler verilmemeli; duvarlara, araba camlarına İngilizce kelimeler yazılmamalı, bunun bizi küçültecek bir şey olduğu bilinmeli ve bu tür giysileri giyip, İngilizce kelimeler kullananlar da kibarca uyarılmalıdır. Aynı anda da, Türkçe kelimelerle süslenmiş giysilere özenilmesi için girişimde bulunmalıdır. Abonesi olduğumuz gazete veya dergi gibi basın yayın unsurları, İngilizce sözcükler kullanıyorsa, bu kuruluşları uyarmalı, değişiklik yapmıyorlarsa, abonelik sonlandırılmalıdır. Halkımız Osmanlıca, Öz Türkçe diye diye oyalanırken İngiliz atını alan, Üsküdar’ı geçti. Halkımız, gece yarısı ilerleyen bu atı fark edecektir. Onun için, on bin yıldır nice badireler atlatan Türk dili ailesi, yine muhakkak kurtarılacaktır. Bu en büyük ve en şerefli kurtuluş savaşı, tüm yurda yayılacak ve o nadir, matematiksel yapısıyla Türkçe, dünyanın bilim dili olacaktır. İngilizce eğitim nedeniyle, Türkiye’de bilim adamı yetişememektedir. Türkiye, dünyada gerektiği kadar itibar görmeyen bir ülke konumundadır. Halbuki Türkiye, hiç de bu hallere düşmesi gereken bir ülke değildir. Bu perişanlık, Türkiye’nin gerçek şartlarından değil, kendine güven ve onur duygularının yitirilmesine yol açan bazı kafa ve gönül bozukluklarından doğmaktadır. Önünde birçok imkanlar olan Türkiye, yeniden dünyanın merkezi durumuna gelmiştir. 2000’li yıllarda, artık birçok şeyi görmeye başlamış olan halkımız tabandan zorlayacak ve eninde sonunda Türkiye’nin, tarih boyunca olduğu gibi, şimdi de dünya üzerinde hak ettiği yerini alacaktır. Türk aydınlarına, bilimcisine, hekimine, meslek sahibine ve herhangi bir vatandaşa sesleniyorum. Eğitiminiz, siyasî görüşünüz ne olursa olsun, içinizde vatanseverlik, insanlık kişiliği ve haysiyet duyguları oldukça geliniz, birlik olunuz, derneklerinizle, evrenkentlerinizle, vakıflarınızla veya herhangi bir başka yoldan, toplu sesler çıkarınız. Türk milletinin bekâsı ve geleceği meselesi olan Türk diline sahip çıkınız, İngilizce eğitimin ne büyük bir felakete yol açabileceğinin farkına varınız, masum halkımızı uyandırınız. Türk gençleri artık, matematiği, fiziği, Türk edebiyatını, tarihini, hatta dinini, İngilizlerin kitaplarından öğrenmemelidir. Türk devletinin Türk okullarında, Türk öğretmenin Türk öğrenciyle İngilizce veya başka bir dilde Yabancı dil dersleri hariç konuşması gibi haysiyet kırıcı bir ruhsal baskıdan öğretmeni, öğrencisi kurtarılmalıdır. Ey haysiyetli, vicdanlı, vatansever kardeşlerim! Son iki, üç bin yılda birkaç kere olduğu gibi, bu sefer de Türk’ün dili, kültürü, şerefi ve geleceği kurtarılacaktır. Türk genci, hem eski, hem yeni Türkçe’yi çok iyi bilecek, her meslekte, her dalda güzel ve sürekli gelişen Türkçe’yi kullanırken, her kelimenin bir bal damlası gibi, tadını ağzında hissedecek, Türkçe’yi dünyanın kardeşlik ve insan sevgisi dili yapacaktır. Selçuklu atalarımız zamanında olduğu gibi, okullarımıza, dünyanın her yerinden yabancı öğrenciler gelecek, Türkçe olarak, yalnız en yeni bilim ve teknikleri değil, insanlığı da öğrenip ülkelerine döneceklerdir. Her yaştan Türk gençleri, yıllardır üzerimizde oynanan hainlik oyunlarından yılmayınız. Karanlık bir mağarada yakılan bir kibrit, nasıl birden etrafı gösterirse, doğruluk ışığı öylece, bize gerçek ve haysiyet yolunu gösterecektir. Her yeni buluşu, her yeni tekniği insanları ezmek için değil, milletimizin, Türk dünyasının ve insanlığın maddî ve manevî refahı için kullanacağız. Çünkü bize, atalarımızdan ve binlerce yıllık Asya ve sonra üç kıtayı barıştıracak zenginlik ve derinlikteki kültürümüzden koca bir gönül, bir insan anlayışı ve insanlık sevgisi miras kalmıştır. Bilimci ve üzerinde eğitim verme yükümlülüğü olan herkes, Atatürk’ün şu vasiyetini hiç unutmamalıdırlar Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam; fakat siz ölene dek, Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, medeniyete ancak bu yolla kavuşabilir. oktay sinanoğlu'nun son kitabı. otopsi yayınlarından ocak 2002'de piyasaya çıktı. ana temasının; sömürgeleştirilmeye çalışılan ülkemizin* ve dolayısıyla türk insanının topyekun olarak artık bu asimilasyona bir dur diyip, özellikle dil alanında son derece hassas olarak ve milli duygularımızı ön plana geçirerek, aşağılık kompleksimizi yenmemiz ve ülkemizi yeni çağın en güçlü devletlerinden biri yapmamız olduğunu söyleyen kitap. duyurmak ve iletmek istediği anafikri gerekli mercilere iletebildiğini bugünkü* hürriyet gazetesini okuyunca öğrendiğim kitap. matematik ve fen dersleri artık türkçe verilecek tüm ilköretim okulları ve liselerde. ayrıca yabancı dil, yoğunlaştırılarak sadece yabancı dil derslerinde öğretilecek. böylece hem öğrenciler fen derslerinden soğumayacak hem de ülkemizin gelecekte çok ihtiyac duyacağı düşünebilen bilim adamları yetişecek.bkz buyuk uyanis bkz bye bye turkce sinanoglu hocanin tüm konferans ve söyleşileri birarada. onu ve fikirlerini tanımak isteyenler için ideal. yer yer tekrarlar var ancak bence faydalı. düşünce kalıplarını kırmak isteyenler için. hedefteki türkiye ve türkiye'nin hedefinin anlatıldığı kitapta oktay sinanoğlu günümüzde küreselleşmenin ne demek olduğunu, ülkemizi nasıl etkileyeceğini, gelecekte ne durumda olacağımızı açıklıyor, bir de insan tanımı veriyor insan, kendisinin dışında hedefleri olan varlıktır. mutlaka okunmalı ve ders alınmalıdır. ulusça uyanmamız içinbkz okunması gereken kitaplar kitabin kendini surekli olarak tekrar etmesi okuma suresini eksponensiyel olarak azaltiyor. $oyle ki kitabin ilk ucte biri 8 saatte bitmisse, tekrarlardan dolayi ikinci ucte biri 4 saatte, son kisim ise 2 saatte paranoyalarla dolu olduguna kanaat getirdigim bir kitap. türk ulusal bilincini, asıl alanı fen bilimleri olmasına rağmen, sosyal bilimler alanında çalışma yaparak yazılmış kitap. temel tezi, yazılış amacı "türkçe giderse türkiye gider" üzerine kurulmuştur. kitapta yazılanlar iddiadır, oktay sinanoğlunun konuşmalarından parçalar birleştirilerek bir araya getirilmiş iddialar bütünüdür. değerli büyüğümüz, rahmetli oktay sinanoğlu' nun kaleme aldığı kitap. çok akıcı ve sohbet havasında geçen samimi bir anlatıma sahiptir bu eser aynı zamanda. kitabı göz ucuyla okumaktan ziyade her kelimesinden ve paragrafından bizlere neler anlatmak istediğini bilinçli şekilde okuyup anlayıp, özümsemek gerekir. sayın içişleri bakanı canlı yayında "hedef türkiye" demiştir! merhum oktay sinanoğlu'nun uzun yıllar önce yayınlanan bir kitabının ismidir. ülkece bu kitabı okuyup, idrak edebilmemiz dileğiyle...alıntı"hedef türkiye" kitabında 'hedef' kavramının hem bireyler, hem de devletler açısından uzun ve kısa vâdede hedefler olarak ne kadar önemli olduğu anlatıldı. bu kitaplar hazırlanırken türkiye'nin her yerinde hiçbir parti, dernek, kesim ayırt etmeden, sağ sol demeden halka açık konuşmalar yapmaya devam ediyordum. tek şartım büyük bir salonda olacak ve salonda her kesimden ahali olacaktı. türkçe'nin ve türkiye'nin başına gelenleri anlattıkça bir de baktık ki her kesimde büyük bir bilinçlenme, bir uyanış başladı. tüm bu uzun ve çetin faaliyetler sonucunda sağ sol olan kesimler ortak türkçe ve türkiye davasında birleşmeye başladılar... türkçe kurtulursa, türkiye kurtulur!" ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri takip etmek için giriş yapmalısın. Yazarı Oktay SinanoğluYayınevi Otopsi YayıneviBasım Yılı 2000Sayfa Sayısı 429 SayfaOktay Sinanoğlu’nun Türkçe ile ilgili makale, söyleşi ve konferanslarından derlenmiş “Bye Bye Türkçe”, özellikle eğitim alanında Türkçe’nin önemi üzerinde durmaktadır. Sinanoğlu, bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi için dilini korumasının şart olduğunu belirtmektedir. Kitap, aşağıdaki ana başlıklardan New York RüyasıBir Milleti Yok Etmenin YoluAtatürk ve Türk Bilim DiliYüksek Öğretim ve Yabancı DilUluslararası Bilim ve Ulusal Eğitim Dili21 nci Yüzyılda Türkiye’nin Hedefleri Açısından Eğitimİngilizce Öğrenmenin YoluTürkçe’si Dururken İngilizce’siYeniden Kurtuluş Savaşı Nereden Başlayalım?Bir New York RüyasıYazar ilk bölümde gördüğü bir rüyayı anlatmaktadır. Daha önce bir dönem yaşadığı New York’tadır. Yıl 2050’dir. New York caddelerinde yürüyen yazar, cadde üzerindeki işyerlerinde gördüğü levhalar karşısında şaşırır. Çünkü dev levhaların üzerinde Türkçe isimler yer almaktadır. İşyeri isimleri yarı Türkçe’dir Rahat Shoes, Car Merkezi gibi. Bu sırada yol üzerindeki bir gazete bayisinde gördüğü gazete ve dergilerin üzerinde de Türkçe isimler vardır. Dinlenmek için oturduğu bir yerde İrlanda asıllı bir Amerikalıya gördüklerini sorar. İrlanda asıllı adam, 21 nci yüzyılın başından itibaren Türklerin ekonomik olarak güçlendiklerini, Avrupa ve Amerika’nın ise giderek gerilediğini söyler. Türk dilinin, Türk müziğinin, Türk filmlerinin yaygınlaştığını, Türkiye’nin batılı öğrencileri kendi üniversitelerinde okuttuğunu söyler. Okuttuğu öğrencilere de Türkçe öğrenme zorunluluğu getirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin, Amerika’da yaşayan vatandaşları için azınlık okulları açtığını, zamanla Amerikalıların da çocuklarını bu okullara gönderdiğini söyler. Bu arada krize giren bir Amerikan okulunda eğitim dili Türkçe olmuş, giderek bu tür okulların sayısı artmıştır. Artık Türkçe eğitim veren okullar ülkenin en önemli eğitim kurumları olmuştu. İrlandalıya göre bütün bu gelişmeler bir kültürel soykırımdı ve hiç kimse buna ses çıkarmıyordu. Duydukları karşısında şaşkına dönen yazar eve gitmek için caddeye çıkar. Cadde çok kalabalıktır, metro ile gitmeye karar verir. Fakat daha önce metro durağı olan yer şimdi bir araba parkıdır. Herkes arabalar ile seyahat etmektedir. Gördükleri karşında üzülen yazar birden ter içinde uyanır ve gördüklerinin rüya olduğuna sevinir. Tabi bu rüyada Amerika olarak bahsedilen ülke Türkiye’dir, ülkemizin bugünkü durumu Milleti Yok Etmenin YoluYazar bu bölümde, dilini kaybeden bir milletin nasıl yok olduğunu örneklerle anlatmaktadır. İngilizler İrlanda’nın ana dili olan Gealik dilini eğitim dili olmaktan çıkarmışlar, yerine İngilizce’yi getirmişlerdir. Bir nesil sonra Gealik bilen İrlandalıların sayısı % 30’a kadar düşmüştür. Durumun farkına varan İrlandalılar mücadeleye başlamışlardır. Ana dillerini yeni nesillere yeniden öğretmek için dershaneler açmışlardır. İşinden çıkan İrlandalılar kurslara gidip dilini öğrenmeye başlamıştır. Bu bilinçlenmenin ardından uzun çatışmalar neticesinde bağımsız İrlanda Cumhuriyeti kurulmuş ve devletin resmi dili Gealik ve Türk Bilim DiliYazar bu bölümde, Atatürk’ün Türkçe’ye verdiği önemi, dil devriminin sonuçlarını çeşitli örneklerle anlatmaktadır. Atatürk’e göre bir milletin varlığını sürdürebilmesi için en önemli şartlardan birisi dilini koruyabilmesidir. Kurtuluş Savaşının ardından Atatürk’ün üzerinde durduğu konuların başında Türk dili geliyordu. Türk dilinin yok olması durumunda Türklük diye bir şeyin kalmayacağına inanıyordu. Özellikle 1928-1934 yılları arasında Türk dili üzerinde bizzat kendisi çok önemli çalışmalar yapmıştır. Atatürk bilim alanında da Türkçe’nin gelişmesi için çaba sarf etmiştir. Hatta geometri öğretmenleri tarafından kılavuz olarak kullanılmak üzere Türkçe geometri kitabı yazmıştır. Atatürk yabancı dil öğrenimini de desteklemiştir. Atatürk ölümüne kadar dilin önemi üzerinde durmuştur. Hatta, ölüm döşeğinde yatarken bile dil çalışmalarının sıkı bir şekilde devam etmesi talimatını Öğretim ve Yabancı DilYazar bu bölümde eğitimde yabancı dil konusuna değinmekte, ülkemizde uygulanan yabancı dil eğitiminin yanlışları üzerinde durmaktadır. Eğitim dili her seviyede Türkçe olmalıdır. Yabancı dille eğitim verilen okullarda hazırlık sınıfı gereksizdir. Bir yıl süren hazırlık sınıfları devlete çok büyük mali yük getirmektedir. Halbuki iki aylık yaz kurslarında da bu eğitimin verilebileceği belirtilmektedir. Eğitimde amaç ezberci, kalıpçı yerine araştırıcı gençler yetiştirmek olmalıdır. Bilimin her alanında söz sahibi olabilecek insanlar yetiştirilmelidir. Ayrıca yazar, fen bilimlerinin İngilizce eğitim ile öğrencilere verilemeyeceğini düşünmektedir. Çünkü yeteri kadar İngilizce öğrenemeyecek öğrenciler fen, fizik, matematik gibi dersleri de iyi öğrenemeyeceklerdir. Öğrenciler Türkçe eğitim ile bu dersleri daha iyi öğrenebilirler. Türkçe olarak bu eğitimi alanlar mesleğinde ilerlemek istiyorsa İngilizce’yi kendileri ayrıca öğrenebilirler. 1953 yılından itibaren Türk okullarında yabancı dille, özellikle İngilizce eğitim yapılmaya başlanmıştır. Bu durum Türk biliminin gelişememesinin en önemli nedenlerindendir. 1953’ten önce sadece Robert Koleji, Lisesi gibi yabancı okullarda yabancı dille eğitim verilirken günümüzde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent, Koç gibi bir çok üniversitede eğitim dili İngilizce Sinanoğlu ayrıca, Türkçe’nin İngilizce’den daha eski bir dil olduğunu, Türkçe’nin belirli bir kural yapısı olduğunu belirtmektedir. İngilizce’nin geçmişi en fazla 500 senedir, beş dilin karışımından oluşmuştur ve belirli kuralları yoktur. 1953 yılından itibaren İngiliz ve Amerikan gizli teşkilatlarının faaliyetleri ile Türk okullarında eğitim dili İngilizce olmaya Bilim ve Ulusal Eğitim DiliOktay Sinanoğlu yabancı dille eğitimi şu şekilde açıklamaktadır Ulusal dil yerine yabancı dili öğretmek, birçok veya bütün dalları kendi dilinde hiç öğretmeden yalnız yabancı dille öğretmek. Türk okullarında yabancı dille eğitim 1953 yılından sonra yaygınlaşmıştır. Yazar, Türkiye’de eğitimin yabancı dille yapılmasını savunanların yanıldıkları noktaları ise şu şekilde açıklamaktadır.“Bilim uluslararasıdır, uluslararası bilim dili de İngilizce’dir, bu nedenle eğitim dili de İngilizce olmalıdır.” yanılgısı.“Çocuğumuz yabancı dil öğrensin, bunun için de yabancı okula gitsin.” yanılgısı.“Üniversitelerimiz uluslararası üniversiteler olacak, Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden yabancı öğrenciler gelecek.” yanılgısı.“Kendi dilini kullanmayı, geliştirmeyi istemek şovenlik; İngilizce eğitimini ilericilik sayma“ nci Yüzyılda Türkiye’nin Hedefleri Açısından EğitimYazar bu bölümde güçlü bir ülke olabilmek için eğitimin nasıl olması gerektiği konusundaki fikirlerini belirtmektedir. Bunlardan bazıları şunlardırTürk eğitim sisteminin dili Türkçe olmalıdır. Meslek dallarının gereksinimine göre çeşitli yabancı diller ayrıca öğretilmelidir. Özel yaz kurslarıyla bu eğitim verilebilir, hazırlık sınıflarına gerek yoktur. Ezberci, kopyacı, kalıpçı değil araştırıcı gençler yetiştirilmelidir. Yurtdışında okumak gibi bir özentiye son verilmelidir. Her seviyedeki öğretimde gençlerimize hem batı, hem Türk ve Asya kültür, tarih ve felsefeleri öğretilmelidir. Üniversitelerde bilimin her alanında hamle yapılmalıdır. Vatanını ve milletini seven, kendi tarihini, kültürünü ve Türkçe’yi çok iyi bilen, aynı zamanda batıyı da öğrenen, seçeceği mesleğe göre bir yabancı dili yeterince bilen nesiller yetiştirecek bir eğitim sistemi Öğrenmenin YoluOktay Sinanoğlu, yabancı dil eğitimi yerine yabancı dille eğitimin bir ülkeye, bir ulusa yapılabilecek en büyük hainlik, en büyük alçaklık ve bir insanlık suçu olan “kültürel soykırım” olduğunu ifade etmektedir. Bağımsız bir ülkede yabancı dille eğitim o ülkenin anayasasına aykırıdır ve bu konuda taviz verilmemelidir. Yazara göre, insanların mesleklerine göre kendilerine yetecek kadar yabancı dil öğrenmeleri yeterlidir. Bunun için de en kolay, en ekonomik, en etkili yöntem kullanılmalıdır. Yazara göre yabancı dil öğretmenin en iyi yolu, gece veya yaz kurslarında, görsel, işitsel lisan laboratuarlarında bu eğitimin verilmesidir. Okullardaki eğitim dilini İngilizce yaparak yabancı dil öğretmek gibi bir yöntem yoktur ve hiçbir bağımsız ülkede Dururken İngilizcesiOktay Sinanoğlu bu bölümde, dilimize karışmış yabancı kelimelerden örnekler vermektedir. Bunda özellikle televizyonların ve gazetelerin etkisi olduğunu Kurtuluş Savaşı Nereden Başlayalım?Oktay SİNANOĞLU, dilimize yapılan saldırıların altında yabancı dille eğitimin temel silah olarak yattığını ifade etmekte ve yapılabilecekleri şöyle özetlemektedirTürk halkı yabancı dil yalnızca bu şekilde öğretilir diye aldatılmıştır. Hazırlık sınıfı diye bir uygulamanın başka ülkelerde olmadığını herkese kendi mesleklerini takip edecek kadar yabancı dil bilmesi yabancı dille eğitimin Anayasaya aykırı olduğu konusunda gerekli makamları uyarmalı vedavalar ve yüksek öğretimde yabancı dille eğitim yaşantımızdaki konuşmalarımızda İngilizce sözcükler kullanmak övünülecek değil ayıplanacak bir şey sorumlu kuruluşları ve işyerlerini Türkçe isimler kullanmaya teşvik etmelidirler. Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu; Dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Harvard, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem “Kuvantum” Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. 1962 yılında Batının 300 yılda en geç profesörü oldu. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesinde atandı. 1973’de Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi oldu. 1975’de Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. 1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’de İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri birçok kuruluşta profesör, mütevelli heyet üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir. ———————————- —————————- ———————————- HEDEF TÜRKİYE HEDEF KOYMAK Bilişim teknolojisinde kaydedilen olağanüstü gelişmeye yol açan ilk Kennedy oldu. Kennedy. O zaman diyeceksiniz; Kennedy 1963’de vuruldu, bunların çıkması ise 1980’den sonra. Kennedy’nin ne dahli var bunda? Kennedy milletine hedef gösterdi; dedi ki “10 yıl içinde aya gideceğiz”. O zamanlar herkes, “Olur mu?” dediyse de, Kennedy bu hedefi gösterdi. Kaynak sağlandı; büyük çapta ve birçok sanayi, birçok üniversite, bir çok araştırıcı, herkes, hedef için gerekli olan bir sürü bilim ve teknolojileri geliştirmek üzere çalışmaya başladı. Şimdi, füzeleri göndermek için biliyorsunuz bir güdüm sistemi lazım ve bunu da yönetecek bilgisayarlar lazım. Şu iki oda dolusu bilgisayarı füzeye koyarsak yerinden kımıldayamaz, onun için küçük olması gerekiyordu. O sıralarda zaten “geçirgeç” yani “transistor” icat edilmişti; onu da kullanarak çok küçük, ama güçlü bilgisayarlar yapıldı, bu uzay meselesi için ve bu gelişme sırasında bir sürü yan sanayii doğdu, bir sürü yan gelişme oldu. Ay’la hiç alakası olmadığı halde. “Çok büyük iş. Olur mu?” Aya gitmek de öyle oldu; adam 10 sene dedi, 7 sene de bitti. Birey ve Toplum İçin Hedefin Önemi Bir Musevi atasözü diyor ki “Ülküler bir yıldıza benzer, belki o yıldızı tutamazsın ama oraya doğru yürürsün” Bir topluluğa topyekün gidecekleri bir hedef gösterildiği zaman ve buna inandıkları zaman o insan topluluğu, toplumlar, olağanüstü işler beceriyorlar. Bizim tarihimiz de bunlarla doludur. Oralara doğru herkes yürürse, o millet çok büyük işler başarıyor. Ama böyle insanların kendileri dışında bir ülküleri ve topyekün inandıkları ve oraya doğru gitmek istedikleri bir hedefleri olmadığı zaman aynı insan topluluğu, tek tek her ferdi sadece kendi çıkarı peşinde koşan, darmadağın, birbiriyle uğraşan, üniversitesiyse üniversitesinde sadece birbirine fesatlık, dedikodu, fitnecilik yapan, başka hiçbir şeye merakı olmayan, insan kalabalığından ibaret bir hale geliyor. Bunun böyle olacağı adeta bir tabiat kanunu. İnsanı şöyle tanımlayabilir miyiz acaba? “İnsan” kendisinin dışında hedefleri olan yaratıktır. Bu tanıma göre sade kendi kişisel çıkarlarını düşünen, o çıkarlar peşinde koşmaktan başka gayesi olmayan zavallıya “insan” diyemeyiz. “Zavallı” diyorum, çünkü böyle bir kişi gerçek mutluluğu tadamamıştır; tadamaz da. İnsanın hedefleri kendisinin dışında ve üstünde, toplumuna, milletine, insanlığa yapabilecekleriyle ilgili olmalı. Her Ülkenin Milli Hedefleri Var Dünyada her aklı başında ülkenin araştırmada da, bilim teknikte de, sanayide de, dış siyasette, hepsinin uzun vadeli hedefleri vardır kesinkes ve uzun süre bunlar gider. En Zor Şey Ne İstediğini Bilmektir Bence Türkiye’nin birinci sorunu, ne “para şişmesi” enflasyon, ne Avrupa Birliği’ne bizi almamaları, ne o parti, ne bu fırka. Birinci sorun hedefimizi şaşırmış olmamız. Milletçe sormamız lazım Atatürk’ten beri bu milletin hiçbir hedefi, gayesi var mı? Ne olmalı? Yoktur. Birileri dayatıyor, “illa küçük Amerika olacağı” derlerdi, sonra “illa Avrupalı olacağız.” Nedeni yok, başka bir şey yok; onun için de millet gittikçe dağılıyor, birbiriyle uğraşıyor. O zaman dışarıdan oyunlar çok kolaylaşıyor; sağ, sol, başörtüsü, ıvır zıvır falan bütün bunları çıkarıp milleti meşgul etmek, futbol maçı, seçim maçı, onu seçtik, bunu seçtik, o geldi, bu gitti. Bunlar kolay olur; çünkü milli hedef yok. İnsanları birleştiren bir şey yok, Atatürk’ten beri yok. Kendi İtibarı Olana Başkası da İtibar Eder Şimdi genel siyaset belli olunca, o genel siyaset içinde ayrıntılı hedeflerimiz de belli olur Nasıl bir sanayimiz olmalı? Tarım/hayvancılık siyasetimiz, bilim/teknik araştırma siyasetimiz, eğitim, kültür siyasetimiz, hepsi hepsi. Küçük düşünmeyelim “Çağdaş dünyayı yakalayacağız; Batılının bu günkü düzeyine yirmi yıl sonra erişeceğiz” değil Atatürk ne demiş? “Batıyı geçeceğiz” demiş. Domates Tohumu Moleküler biyolojinin kurulması ve o dalda belli başlı ülkelerden olmamız gerektiğini 35 senedir söylüyoruz. 35 yıldır Türkiye’de diyoruz. Bak bu saha daha yeni çıktı, hızla gelişiyor, yakında başımıza bir sürü bela çıkacak. Çıkmadı mı? Beş TIR mal gönderiyorsun, bir kutu domates tohumu alıyorsun, ertesi sene bir daha domates çıkmıyor, haydi 3-5 TIR mal daha gönderip bir daha al. Tohum aldığımız ülke ise tohumları genetik yapısına taktığı maddeyi çıkararak üretken hale getiriyor. Size göndereceği zaman tekrar o maddeyi takıyor. Basit bir şey bu moleküler biyolojide. Sadece domateste değil, kavunda, karpuzda da bu böyle. O teknoloji az sermaye isteyen ama kafa yoğun bir iştir, bilgi isteyen bir şeydir. Bunda dünyanın başta gelen ülkelerinden olmalıyız. Neyle? Hedefli, ciddi, milli ruhta ama evrensel eğitimle, araştırmayla, sahici ve onurlu bilimcilerle. Burnumuzun dibindeki ufacık devletler oluyor da, biz mi olamayacağız. Niçin? Birkaç Hedef Seçeceğiz Bizim geleneksel hayvancılığımız vardı Asya’dan başlayarak. Hayvancılıkta, tarımda dünyanın gene önde gelen ülkelerinden olmalıyız. Bu devirde neyle olacak? Moleküler biyoloji ile. Konu komşuyu, II. Dünya Harbi’nde Avrupa’yı, etle, buğdayla, sebze meyveyle biz besliyorduk. Şimdi et, sebze meyve ithal eder olduk. Kuzuyu biz yiyorduk, sonra onu gezgine turiste yedirdik. İki büyük yeni teknoloji var Biri moleküler biyoloji, bio-teknoloji, diğeri bilgisayar- elektronik-iletişim teknolojisi. Bu dallarda ulusal hedeflerimiz olmalı, yüklenmeliyiz. Savunmamız da bunlara bağlı. Yeni savaşlar bilgisayarla oluyor. Üstelik, uzaktan kumandayla uçakların, taşıtların çiplerini etkilemek mümkün; bir ülkenin elektrik üretme merkezlerini, iletişim ağlarını felce uğratmak kabil. Hedefler seçeceğiz, o hedeflerde dünyanın önde gelen ülkelerinden olacağız. “Siz bizden makine alın, kumaş dokuyun başka işlere bulaşmayın” ile bir ülke olur mu? Ne olacağı belliydi Üç ülke beyanat veriyor halkına; “Türkiye’ye gitmeyin orası tehlikelidir” diyor. Ertesi gün turizm şak diye kesiliyor, bir günde bitti. Ben senden kumaş almayacağım diyor. Ertesi gün o da bitti. Şimdi sen istikbalini nasıl böyle bir şeye dayayabilirsin, istediği anda senden almaz, daha ucuzunu 50 tane ülkeden alır. Böyle devlet siyaseti mi olur? Dünyada nerelerde ne eksiklikler var, ne boşluklar var; bakıp ona göre ihracat üretimi planlamalıyız. Polonyalılar böyle düşünmüşler, ona göre tercihlerini yapmışlar ve oralarda son sürat gidiyorlar çok daha fakir başladıkları halde. Her ülke böyle. Şimdi bu 40 senede gördük ki Türkiye’de sahiden araştırma yapılması, yani milletin ortaya konmuş ana hedefleri doğrultusunda yaratıcı işler yaparak, birşeyler üretmek Türkiye’de adeta yasaktır. Mesela TÜBİTAK’ın kurulmasını 1962’de önerdiğimiz zaman yönetmeliğine “Birinci vazifesi Türkiye’nin bilimsel, teknik araştırma hedeflerinin amaçlarını tayin etmektir” diye yazdık. Hemen ABD’nin Ford Vakfı Başkanı, -CIA’nin bir uzantısıdır herhalde- müdahale etti ve “Hedef olmaz, herkes bildiğini okur” dedi. Halbuki onları her yeri hedeftir. TÜBİTAK yasasından, bu “hedef” maddesini çıkarttırdı, bizi de aforoz ettirdi. Ondan sonra bir sürü para harcandı, ortada fol yok, yumurta yok. EĞİTİM ve TÜRK DİLİ Şimdi eğitimden Türkiye’de herkes şikayetçidir, velisi de öğrencisi de, üniversitelisi de. Eğitimden şikayetçi olmayan kimse yoktur. Bizim zamanımızda 1953’e dek ortaöğretim harikaydı. Nerden biliyorum? O eğitimle gidip Amerika’nın en iyi üniversitesinde ve Ankara’da tüm dersleri Türkçe olarak okuduktan sonra gider gitmez üç sene atladım, “imtihanları veririm; ben biliyorum bu konuları” dedim. Bizim sınıftan yarısı yapabilirdi aynı şeyi; şimdi kimse yapamaz İngilizce eğitim gördüğü için. Anlamaz ki! Ezberliyor gidiyor. Türkiye’nin eğitim siyaseti, ilkokulundan, üniversitenin yüksek kısmına kadar aynı basit, temel ilkedir “Herkes 250 kelime Tarzan İngilizcesi öğrensin, başka hiçbir şey öğrenmesin.” İngiliz Milliyetçiliği ve Yabancı Dille Eğitim Tarihte ve şimdi de Türk’ün en büyük düşmanı, İngiliz senin İngilizce öğrenip de adam olmanı ister mi? 1953’de Ankara’da tek bir Türk okuluna çengel atmakla başladılar, sonra çayır yangını gibi yaydılar. Millet sonunda yuttu. “Eğitimi Türkçe dilli yapalım” desen veliler sokağa dökülür, “İngilizce isterük” diye. Avrupa diretmiş, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ülke olun diye. Yani bölünün. Türkiye’nin bütünlüğü bölünmezliği tehlikede. Bunlar topla, tüfekle savunulacak şeyler değil. Türkçe gitti mi Türkiye bölünür. Milliyetçilik belli bir zümrenin, belli bir fırkanın vasfı olamaz. Diline, tarihine, kültürüne, haysiyetine, şerefine düşkün her Türk, Türk milliyetçisidir. “Hazırlık Sınıfı” ya da Kendi Yurdunda Yabancı Olmak Hazırlık sınıfı diye bir olay dünyada yok biliyor musunuz? Bunu benden başka söyleyen, yazan da nedense olmuyor. Dünyada hazırlık sınıf diye bir olay yok, hazırlık sınıfı kim için var biliyor musunuz? Mesela bir yabancı öğrenci ahmak bir ülkeden geliyordur, yabancı ülkede o öğrenci için hazırlık sınıfı vardır. Şimdi Türkiye’de nerdeyse her düzeyde, her okulda hazırlık sınıfı var. Dünya garabeti bir durum. Ama bundan ne sonuç çıkar biliyor musunuz? Demek ki Türk öğrenci kendi yurdunca yabancı öğrenci durumuna düşürülmüştür. Herkesin Sahip Çıkması Lazım Türkçe öyle bir dildir ki.. Yüzbinlerce kelime var Türkçe’de, dünyanın en büyük dili ve en üretken dili ve bilimin her dalına yetecek, bütün terimleri türetme kabiliyeti olan başlıca dil, matematik gibi dil. Türkçe konuşurken yarı İngilizce laflar sokuşturmak marifet değil, kimliksizlik, haysiyetsizlik alametidir. Türkçe’ye kakışlanan her İngilizce bozuntusu sözcük, benim böğrüme batırılmış bir dikendir. Her türlü Türkçe söz ise eskisi, yenisi ağzında bir bal damlasıdır. Bunu böyle bilelim. Yalnız İngilizce Bilmekle Adam mı Olunur? Oralardan hep bir yabancı hava esiyor “İngilizce bilmeyen adam değildir” diye. Halk ne yapsın? Kendisinin de adam olduğunu göstermek için asıyor dükkanına bir İngilizce bozuntusu isim. “İtibarım artar” zannediyor. Ama artık öğrenmelidir ki “Yalnız İngilizce bilmekle öğünmek, diline “Anglomanlıca” özenti laflar sokuşturmak, işyerine İngilizce ad takmak ve de bütün bunlara temelden yol açan yabancı dille eğitime rağbet etmek, onu desteklemek” haysiyetini kaybetmişliğin, sömürge kafalı olmuşluğun baş göstergeleridir. Biliyorsunuz Türkiye’de Bakanlar Kurulu sık sık değiştiği için, yeni bakanların resimleri çıkardı 20 sene evvel Milliyet Gazetesinde; Türkiye’ye geldiğimizde bakardık resimlere. Vesikalıkların altında yazardı “Evlidir, iki çocuk babasıdır, İngilizce bilir” diye. Biz de diyoruz ki, “Allah Allah! Başka ne bilir acaba? Mühendislik bilir mi? İktisat bilir? Devlet idaresi bilir mi? Hukuk bilir mi? Bunlardan bahis yok. Demek ki İngilizce bilmek Bakan olmak için baş marifet sayılıyor! New York’un Harlem mahallesinde bir sürü gariban zenci var, onlar da İngilizce biliyor Bir adam İngilizce biliyor diye methedilir mi? Biliyorsa bilsin bana ne? Meraklıysa bilsin; bilmesin demiyoruz. İşine yarıyorsa kolayca öğrenirsin gerektiği kadar. Ama bana önce, “senin bilimden, matematikten, bilgisayardan haberin var mı? Türk tarihini ne kadar biliyorsun? Türk dilini iyi kullanıyor musun? onlardan haber ver. Adam Türk üniversitesine öğretim üyesi olacak, İngilizce’den imtihana giriyor. Bakalım bir Türkçe’den imtihan et, aday Türkçe biliyor mu? Sözüm ona “Türk” üniversitesi olan yerde Türkçe bilmeyen hocanın işi ne? İngiltere Dil Ticaretiyle Geçiniyor Bundan 5-6 sene önce Lordlar Kamarası üyesi bir İngiliz dedi ki ”Bizim en büyük kazancımız, İngilizce’den” dedi. İngiltere bugün, başka devletlerden İngilizce öğrenmek için gelen öğrencilere açtığı kurslardan ve İngilizce öğrenmeyi sağlayan şeylerden geçimini sağlıyor. İngilizce Öğrenmenin Yolu Kişinin mesleğine göre değişen, ona göre gereken bir yabancı dili, o mesleğe yetecek tarzda öğrenmesi çok faydalıdır. Peki, böyle bir yabancı dili öğrenmenin en kestirme, en iktisadi, en doğru yolu nedir? Kendi aklının kendisi sahibi olan, yani Uganda, Filipinler gibi sömürgeleşmemiş tüm dünya ülkelerinde yabancı diller gece veya yaz kurslarında, görsel-işitsel dil laboratuarlarında, okullarda ayrı yabancı dil derslerinde öğretilir ve gayet iyi sonuç alınır. Avrupa’sı olsun, Asya’sı, Güney Amerika’sı olsun, yabancıların oyunlarına gelmemiş hiçbir ülkede yabancı dil öğretiyoruz diye ülkenin dilini kaldırıp atıp da okullarda çeşitli dersleri yabancı bir dilde yapmak şeklinde bir yabancı dil öğretme yöntemi yoktur. Her yerde bu yabancı dil eğitimi yerine yabancı dille eğitim bir ülkeye, bir ulusa yapılabilecek en büyük hainlik, en büyük alçaklık ve bir insanlık suçu olan “kültürel soykırım” sayılır. Dolayısıyla her bağımsız, her şerefli ülkede yabancı dille eğitim o ülkenin anayasasına ayrıdır, bu konuda hiçbir taviz verilmez. Türkçe Giderse Türkiye Gider! Nerde görülmüş ki, bir milletin insanları 100 yıl önce, hatta 50 yıl önce yazılan dilini anlamasın? Nerde görülmüş ki, insanların kullandıkları kelimelerin sözcük de desen olur. O da Türkçe cinsine göre siyasi tavırları, bağlantıları, hatta dine karşı tutumları belirlensin? Olamaz! Böyle garabetlere Türkiye’den başka bir yerde rastlamak mümkün değil. Türkçe’nin başına gelenler, hızla gelmekte, getirilmekte olanlar, aynı zamanda Türk milletine neler yapılmış olduğunun, Türkiye’nin başına da neler gelebileceğinin birer açık seçik göstergesi. Bizim tarihimiz 10 bin yıllıktır. İsteyen dışarıda gelsin, kendisine ispat edeyim. Hatta yeni buluşlar bunu inanılmaz eskilere, 80 bine kadar götürmektedir. İnanılmaz bir şey.. Tarihin en eski milletiyiz ve dilimiz tarihin en geniş ve en eski dilidir. Bunları Atatürk, zamanında, Türkçe’nin ne kadar yaygın olduğunu, tarihteki kavimlerin birçoklarının dillerinin Türkçe olduğunu, bazen ispatlayacak şekilde bazen de belki sezgiyle söylüyordu. Dünyada gelmiş geçmiş en büyük medeniyeti kuran kimlerdir, biliyor musunuz? Şu an Çin sınırında, fiziken de katliamdan, soykırımdan geçirilmekte olan Uygur Türkleridir. Uygur Türkleri, binlerce yıl evvel, o zamanın çok yüksek teknolojisini, o zamanın bugünler için de hayret verici derecede tarım teknolojisini, sulama tesislerini, edebiyatı, felsefeyi ve bilimleri icat etmişlerdir. Bu gelişme zamanla ondan sonraki Türk Devletlerine geçmiş, ondan sonra İslamiyet’in kabulü ile bu medeniyet, bu Asya Medeniyeti, bu derin ve köklü medeniyet, İslam Dünyasına getirilmiştir. Eğitimin gayesi, insanı kendisi ve toplumu, halkı, milleti için değer yaratacak düzeye getirmektir. Fakat eğitimin bir ikinci gayesi daha vardır. Onu pek söyleyen yok. Birincisini de pek yok ama dahi neyse; ikincisini söyleyen hiç yok Eğitimin ikinci gayesi ise, bir milletin geçmişiyle geleceği arasında köprü kurmaktır. Yoksa geçmişine bir makas atıp ondan sonra toplumun köksüz, darmadağın bir kuru kalabalığa dönüşmesini sağlamak değildir. Adam Türkiye’de, Türk şirketi, eleman arıyor. İngilizce ilan vermeye başladılar, 70’lerde. Milletimiz “Ha, İngilizce öğrenmezsem iş bulamam, dosdoğru iş yapamam” havasına kasten sokuldu. Roma İmparatorluğunun İngiltere’de, İngilizlerin sömürgelerde yaptığından sonra, Fransızlar aynısını Cezayir ve Tunus’ta yaptı. Bugün Tunus’ta Arapça kalmamış. Dedesini İngiliz Holiganı Zannedenler İşte Batılı için, İngiliz için güzel teknik! Bir ülkenin dilini, eğitimini yabancı dille eğitime dönüştürürsen, bir nesil sonra iş bitiyor. Sadece Tarzan İngilizcesi bilmekle adam olunmaz, ancak bir Anglo-Sakson sömürgesinde sömürgecinin hizmetkarı olunur. “Osmanlıca” sözünü geçen asır İngilizler icat etti. Her dilde devletin idare dili, hukuk dili, ayrıca tıp dili, bilim dili ile halkın köydeki, kentteki gündelik dili arasında büyük mesafe vardır. Bu eğitimle kapatılmaz mı? Ey Türkçesevenler yani vatanseverler, Türk kimliğini sevenler! Şu ilkelerde kesinkes birleşmeliyiz. ü Birinci İlke Osmanlıca, öz Türkçe diye bir ayrım kabul edilemez,. İkisi de Türkçe’dir. Türkçe’nin her lehçesine, her düzeydekine, eskisine, yenisine sıkı sıkı sarılalım. ü İkinci İlke Tasfiyeciliğe “Hayır”, zenginleştirmeye “Evet”. ü Üçüncü İlke Her yeni kavrama, her bilim/teknik dalına Türkçe terimler, Türkçe’nin matematik gibi keskin ve kudretli olan kurallarına göre türetilecek, türetilmiş olanlar kullanılacaktır. Bu, aynı zamanda Atatürk Milliyetçiliğinin de temel ilkesidir. Türk vatanseverleri/yurtseverleri, Türk ve Atatürk milliyetçileri/ ulusçuları Türkçe’ye sahip çıkmak, Türkiye’ye Türk Kimliğine, Kültürüne, Türklüğe sahip çıkmak demektir. Birbirimize düşmekten vazgeçeceğiz ve birilerinin İngiliz atıyla Üsküdar’a geçmesine izin vermeyeceğiz. 1970’lerde Amerika’da bir çok Türk dernekleri kuruldu. Bu derneklerin birinci amacı bence, oradaki Türklerin, oraya uyum sağlamakla birlikte, Türk kültürünü, Türk dilini unutmamaları, çocuklarına da öğretmeleridir. Gaye budur ve öyle olması gerekir. Sonradan, derneklerle temasım kalmadı, çünkü vaktimin çoğunu Türkiye’de geçiriyordum. Birkaç sene evvel bir de baktım ki, eskiden Türkçe olan dernek bültenleri baştan aşağı İngilizce olmuş. Baktık, o manada Türkler arasında toplantı oluyor ama konuşmalar, tartışmalar İngilizce. “Arkadaş, sizin işler Türkçe olurdu? Ne oldu şimdi?” Ne dese beğenirsiniz? Bakın buna dikkat ediniz “Bize Washington’daki Türkiye Büyükelçisinden yazı geldi. “Bundan böyle yazışmalarınızı, toplantılarını, konuşmalarınızı İngilizce yapın” diye. Anlaşılan, sistemli bir şekilde, birileri yalnız içeride değil, dışarıda da Türkçe’yi bitirmeye çalışıyorlar. Türkler bir uyansa Avrupa’nın işi bitti, Avrupa bizden yardım dilenecek. Aman ne olur sizin birliğinize, gümrük birliğinize girelim diye gelip kapımıza yalvaracaklar. Onun için adamların niyeti “Türk” lafını tarihten silmek. Silmek için yapacağın iş bellidir Eğitim dilini İngilizce yaparsın, bir iki nesil sonra Türkçe biter. Türkçe bitince “Türk” lafı biter. Ne Türk kimliği kalır, ne kültürü, ne tarih bilinci, ne kendi ülkülerin. Gayet basit. Tarihte misali çok. Irkçılık bir safsatadır. Biz “Türk milleti” dediğimiz zaman biyolojik değil, “kültürel genler”den bahsediyoruz. Atatürk yalnızca “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememiş, sözün baş tarafını kesmişler. Aslında “Türk demek Türkçe demektir, ne mutlu Türküm diyene” demiş. Bu ülkenin bütünlüğü için, ortak gayelere yürümemiz için bir resmi dili vardır. Türkiye’mizde de bu, Elhamdülillah, Türkçe’dir. Türkçe deyince ayrım yapmamalıyız. “Osmanlıca”sı da, “öz Türkçe”si” de hepsi Türkçe’dir. Parlamenter lafına gelince. Bu feci bir vaziyet. Eskiden bunlara “mebus” denirdi. Sonra “milletvekili” oldular. Şimdi son zamanlarda, üç-beş yıldır bir de bakıyorsunuz televizyona çıkıp “biz parlamenterler”, “parlamento” laflarıyla kendilerine sözde Avrupalı süsü veriyorlar. Şimdi biz diyoruz ki, bu kelimelerin Latince, İtalyanca kökeni “boş laf üreten” manasına gelir. “Parlamento”da, “boş laf üretilen yer” manasına gelir. Kendilerine bu kelimeleri uygun görüp Avrupalı havalarına girenleri uyarıyorum Bu millet boş laf üretenleri değil, vekillerini bekliyor. “Protokol” kelimesini de böyle özentiyle kullanıyorlar. Bunun karşılığı “teşrifat”tır. Osmanlı divanını çağrıştırıyor ve ne kadar zengin kelime. Ayrıca bu “Ambulanslar”ın önünde eskiden “Cankurtaran” yazardı. Son yıllarda birden bire büyük bir özentiyle “Ambulans” yazılmaya başlandı. Ondan sonra da “Ambulance” yazmaya başladılar. Yahu ne oluyor? Bunlar da nereden çıktı? Bizdeki “cankurtaran”ın manası açık. En az 10 bin sene dünyanın birçok yerinde yurt tutmuş olan Türkler ırk olarak çoğu kez birbirine benzemez. Ancak bir takım kültür unsurları devam etmiştir. Ben buna “kültür genleri” ismini taktım. Bunları yok edersen o milletin adını tarihten siliyorsun. Adamların derdi buralarda Türk-Müslüman lafzı bırakmamak. *****Türk eğitim sistemi bir anlaşmayla teslim edilmiş. İsmet Paşa Amerikalılarla anlaşma yapmış. Demişler ki Milli Eğitim Bakanlığında 8 kişilik bir kurul olacak. Dördü Türk, dördü de Amerikalı. Ama dört Amerikalıdan biri Amerikan elçisi ve onun oyu iki sayılıyor. 1945’den beri onların marifetleriyle Türk Eğitim sistemi dünyanın en rezil eğitim sistemine dönüştürüldü. Diğer bir ifadeyle eğitimsizleştirme sistemi geldi.*****…. Ayrıca “turizm” yani “gezim” ayağına Türk yer isimlerimizi yabancı dile çevirip sonunda vatan topraklarını yabancılara peşkeş çeken kafa oluşturuldu. Amerika sadece iki şey üretir Biri silah ve bunu satacak yerler icat eder, her tarafta bir takım ufak harpler, iç harpler çıkarır. Fransa, İngiltere, Rusya da bunu yapıyor. En çok Amerika yapıyor. ABD’nin ürettiği ikinci şey film. Bunun içine televizyon dizisi, pop müziği, sinema da dahil. Aslında bu “film” öbüründen daha güçlü bir silahtır. Çünkü milletin beynini ve gönlünü mahveder. Bunları üretir, başka bir şey üretmez. YÖK Kuruldu, Bilim Bitti 1980-82 döneminde Türkiye’de en önemli iki şey olmuştur; Birincisi Türkiye’de yerli sanayi kurma “şak” diye kesilmiştir. Bununla bağlantılı aynı sıra ikinci bir olay var YÖK kurdurulmuştur. “YÖK’ün kurdurulmasının sonucu nedir?” Üniversitelerde araştırma adeta yasak edilmiştir. Yasak demeye gerek yok, fiilen nerdeyse yasak hale getirilmiştir. Araştırma yapamazsın, yaparsan da bir sürü dert alırsın. Fizik, kimya gibi konularda bile sahici araştırma yapanın başı derde girer. Gıcık bir konu olması gerekmiyor. Araştırma yapmak yerine 40 saat ders verip para alacaksın. Dünyada böyle bir şey olmaz. Böylelikle üniversiteler bitirilmiştir. Üniversitelerde bugün bilim de yoktur, eğitim de yoktur. “Peki niye Üniversiteler bitirilmiştir?” Biz hatırlıyoruz 70’lerin sonlarına kadar millet iki kelime ile “faşist, komünist” birbirine düşürülüyordu, bombalar patlıyordu. Bu anarşi olaylarına rağmen üniversitelerde araştırma, bilim, teknik havası başlamıştı. Sanayiler yerli imkanlarla kurulmaya çalışılırken örneğin bir plastik fabrikası kurulacağı zaman üniversiteden konuyla ilgili kişilere araştırmalarını yaptırıyordu. Bir taraftan sanayi durduruldu. Yerine gezim turizm yerleştirildi. Gana’ya İngilizler aynı modeli sokmuşlar. “Canım sizin yapmanıza gerek yok. Biz size satarız. Siz turizmle geçinin” demişler. Türkiye’de sanayinin durdurulması, aynı zamanda üniversitelerin –araştırma bilim, teknik- bitirilmesi suretiyle sanayi kuracak, teknoloji geliştirecek insan gücünün engellenmesi “muz iktisadiyatı”na dönüşümü hazırladı. Üzülerek söylüyorum, Türkiye’de bugün artık meslek sahaları kalmamıştır. Mühendisler, elektrik, makine hele de temel bilimlerde öğrenim görenler meslekleriyle hiç alakalı olmayan işlerle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Avrupa’dan makine alacağız. Kumaş dokuyacağız; Avrupa’dan makine alacağız. Şimdiye kadar dokuma tezgahları için verilmiş olan döviz dışarıya satılan tüm dokuma ürünlerinden alınan dövizden daha fazla imiş! Nitekim dokuma ürünlerini de, “Çin, Pakistan’dan daha ucuza alırız.” Dediler. Dokuma ürünlerini de almadılar ya da kota koydular. Gezimi de 2 günde 2 kelime ile durdurdular. Üniversiteler Eğitim, Araştırma ve Bilgi Üretme İşlevleri ve Ülke İktisadı ile Etkileşimleri Üniversitelerin yani Türkçe’siyle “evrenkent”lerin içiçe, birbirinden ayrılmaz iki görevi vardır; ya da böyle olması gerekir Öğretim üyesi bu ikisinde de faal değilse bilgisi kalıplaşır, yaratıcılığı körlenir, bilim heyecanı azalır, yeni yetişenlere de bu heyecanı sirayet ettiremez olur. Ayrıca, en iyi öğrenme bir işi yaparak öğrenmektir. Kişi kendi çabalasın, sorgulamayla uğraşsın ki konu beynine malolsun, bu yoğrulmadan yeni fikirler, yaratımlar çıksın. Dolayısıyla, doktora seviyesine önemli bir yer düşüyor. Doktorada araştırıcılık ruhu gelişir, öğrenci sorgulayıp çözümler ürettikçe özgüvenini arttırır veya kazanır. Artık karşılaştığı her meselede çareyi ondan bundan mesela yabancı uzmandan, devlete geldiği zaman IMF`den beklemez olur. Doktora eğitiminin ülke iktisadına da büyük katkıları vardır. Evrenkentlerde yapılan araştırma/geliştirmeler, doktora öğrencileri olmadan fazla ilerlemezdi. Burayı dikkatle biraz açalım a Evrenkentteki araştırma faaliyetlerinin gerçek katkısı ne zaman, ne kadar, nasıl var veya olabilir? b Doktora eğitiminin katkısı varsa, örneğin Türkiye’deki şu an mevcut doktoralı kişi sayısı ile iktisadi gelişme arasında nicel bir bağıntı bulabilir miyiz? a Bir çok ülkenin bir dış siyaseti, iktisadi siyaseti, bunlara bağlı olarak da bilim/teknik araştırma/geliştirme siyasetleri var. Japonya, gibi ülkeler 5-10 yıllık hedef-tasarılar seçerler, oraya doğru yoğun bir gidiş olur. Bazı ülkelerin iktisadi yenilenme, yeni sanayi ve iş sahalarının açılması işte böyle araştırmalardan doğuyor. Devletin desteklediği ve eşgüdümünü sağladığı bu araştırmaların çoğu çeşitli evrenkentlerde yürütülüyor. Hedeflerini saptamamış ülkelerde ise, dağınık, amaçsız, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden, doktora alınsın, doçent olunsun diye araştırma etkinlikleri görülebilir. Devlet, “yayın yapmak için yayını”, atıflar dizininde “citation index yayın saymak için araştırmayı destekler. Sonuçta ne ciddi bir iktisadi katkı, ne önemli bir sanayi hamlesi, ne uluslararası pazarlarda bazı açık veya eksikler bulup oraları tutma gibi gelişmeler, ne savunmada bağımsızlaşma gerçekleşir. Böyle amaçsız, hedefsiz, içinden dağıtılmış ülkeler olsa olsa başkalarının iştahını kabartan pazar-ülkeler olurlar. Sonunda, milli olması gereken her ülkede böyle eğitimlerini bile istismarcı yabancı ülkelere teslim eder, geleceklerini tehlikeye sokarlar. Ayrıca, evrenkentlerin her dalda toplumsal bilimler dahil sanayi ile, özel ve kamu kuruluşları ile, savunmayla etkileşim içinde olmaları gerekir. Örneğin tarih, siyasal, kültürel budunbilim “antropoloji” gibi dallarda bile, evrenkentlerde devlet destekli araştırmalar yaptırılmakta, bazı ülkelerin nasıl denet altında tutacakları, nasıl bölünmeler yaratılacağı, hedef, kimlik saptırmaları yapılacağı, her an nasıl iç ve dış dengelerin bozdurulabileceği, yeni Orta Asya’daki gibi ülkelerin nasıl nüfuz altına alınıp yeni pazarların açılacağı hesaplanmaktadır. “Destabilization” terimi Amerika’da halk diline kadar inmiş, bu “istikrarsız tutma, istikrar bozma” yöntemleri, tahmini pek de zor olmayan matematiksel bir bilim haline getirilmiştir. Şunu da ilave etmeli ki, sömürgeleşmiş veya resmen olmasa da sömürgeden daha acıklı duruma getirilmiş ülkelerde, ulusal hedefler, bağımsız gelişmeler oluşmasın diye sürekli tedbirler alınıp yetenekli, onurlu, ülke çıkarlarına bağlı kişiler devamlı olarak altta veya kenarda bırakılır; kişiliksiz, onursuz, şahsi çıkar düşkünü, yeteneksiz, yaratılıcılıktan yoksun, kolayca kullanılabilir kişiler kilit noktalara getirilirler. Türkiye’de sanayi-evrenkent işbirliği konusunda bazı önemli adımlar atılmış, mesela “KOSGEB”ler kurulmuştur. Bunların iktisadi katkılarının olacağından kuşku yok. b Yukarıda bahsedilen türde bütün araştırmalarda doktora öğrencilerinin rolü büyük. Şimdi gelelim ülkedeki doktoralı sayısına. Tanzimat’tan beri zaman zaman Batıya binlerce öğrenci göndermekten medet umuldu. Sonuç meydanda. Dışarıda öğrenci okutulduğu söyleniyordu. En son bir yerde okudum, 200 bin olmuş. Bir öğrencinin masrafını yıllık 30 bin dolar olarak kabul edersek, bu senede 6 milyar dolar demektir. Beş yılda 30 milyar dolar. Bu meblağı, Türkiye’deki bütün evrenkentlerin toplam bütçesiyle karşılaştırmanızı isteyeceğim. Eğer bu 6 milyar doları bu iş için harcıyorsa bir ülke çok büyük gayelerin olması lazım. Bu öğrencilerle `şu sanayii kuracağız, şu teknolojiyi geliştireceğiz’ diyen yok tabii. Bu insanlarımız Türkiye’ye dönseler bile imkan yok. Oralarda kalmayı tercih ediyorlar. Beyin göçü ortaya çıkıyor. Bu öğrenciler sayesinde o sıralarda mali sıkıntı için olan o ülkelerin evrenkentleri ihya oldular; araştırmaları için önemli genç bilimadamı ihtiyaçları da bu suretle temin edilmiş oldu. Beyin göçünün nedeni 1980’den sonra yani YÖK’ün kurdurulmasının ardından Türkiye’de bilim ve araştırmanın bitmesidir. Bilim adamı araştırma yapmak için uğraşacakken, ders başına para alarak 40 saat ders veriyor haftada. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yoktur. Ne zaman ki bir ülke perişan hale düşer, o zaman o ülkenin vatandaşlarını görmeye başlarsınız Amerika’da. Türkiye bu açıdan rekor kırıyor Amerika’da. Zaten eğer bir milletin sayısı bir çevrede artmaya başlarsa, aşağı yüzlerce öğrenci varsa, mesela Almanya’dan birkaç tane vardır, yoktur. O da özel bir alanda öğrenim görmek için gelmişlerdir. İşin garibi, Amerika’da fen/teknik konularında doktora öğrencileri evrenkentlere para vermezler; bilakis öğrenciye mali destek sağlanır. Çünkü yapılan araştırmanın iktisadi ve yan faydaları ülkeye kalmaktadır. Bu destek, kendini ispatlayan yabancı öğrencilere de verilir. Ama Türkiye illa da o ülkelere her öğrenci için para vermekte adeta ısrar etmiş, araştırma yardımcılığı bulan gençlerimize maaş, burs kabul etmemelerini emretmiştir! Peki, ülkemizin yaptığı bu büyük fedakarlıkların Türkiye’ye faydası? Biliyorsunuz, evrenkentlerimizde en ufak bir alet almak için üç kuruş bulmak bile hayli maharet isteyen bir iştir. Dışa giden bu büyük paraların onda biri yurtta araştırma, yerli Türkçe bilimsel yayınların teşviki vb. için ayrılsa kuşkusuz bir gelişme olacak, iktisadi katkılar da artacaktır. Ama bunun için Türkiye’nin hedeflerinin tespiti de şarttır. Yurttaki doktoralı sayısı ile iktisadi, bilimsel, hatta kültürel gelişme arasında en az doğru orantılı, nerde kaldı ki daha yüksek üslü bir matematik bağıntı bulunabileceği beklenemez. Nedenleri 1 hedefsiz hedef, bilim ekolleri yaratıp dünyada söz sahibi olmak da olabilirdi dağınık araştırma etkinlikleri; 2 dış doktoraların tesadüfen seçilen veya dışarıda verilen konularda, başkalarının çarklarına, dişlilerine yağ olacak nitelikte yapılması; çoğu kez çarkın kendisinin bile fark edilmemesi. Sonuç olarak Türkiye’nin içinde ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak seçmesi; bu seçimde Türkiye’nin, dış odaklarla bağlantılı olarak şerrine değil de, hayrına kafa yoracak, çalışacak onurlu, yetenekli, kendini yurduna adamış kimselerin görev alması gerekmektedir. Bu hedefler doğrultusu başta olmak üzere evrenkentlerimizde gerçek yaratıcılığa yol açacak araştırma ortamlarının, kütüphanelerin, Türk Dünyası için Türkçe yayınların, ayrıca dış dünya ile iletişim ve bilgi alışverişini arttıracak dış yayınların yayın için yayın olmaması koşuluyla geliştirilmesine ağırlık verilmelidir. ŞEHİRLER İNSAN İÇİN Mİ, ARABA İÇİN Mİ? Şimdi “demiryolu” deyince raylı ne varsa hepsini kasdeceğiz; tramvay, yer altı, şehirlerarası katarlar vb. Hele geriye dönüp bir bakalım. Son iki büyük, Sultan Abdülhamit Han da, Atatürk de demiryollarına çok önem verdiler. Birincisinde İstanbul’un iki yakası da tramvay ağlarıyla örüldü. Belki de dünyanın ilk yeraltısı, Karaköy tüneli yapıldı. II. Cihan Harbinde savaş araçları üreten dev oto sanayii, özellikle GM “General Motors” şirketi, 1947’den sonra fabrikaları atıl kalmasın diye araba işini yaymaya, halkta bir araba tutkusu yaratmaya karar verdiler. O zamana kadar her tarafı tramvay kendi tabirleriyle “trolley” ağlarıyla örülüydü. O kadar ki, taa Pasifik Ummanı kıyısı Kaliforniya’dan doğuda Atlas Ummanı’na kadar tramvay değiştire değiştire gidilebilirmiş. GM şirketi ufak tramvay şirketlerini birer birer satın alıp sonra da iflas ettirmiş, tramvay raylarını söktürmüş. Çocukluğumda İstanbul’un da her iki yakası tramvay ağları ile örülüydü. Bağdat Caddesi’nin kenarından Bostancı’ya dek tereyağı gibi kayıp giderdin. Ne seyrüsefere mani olur, ne bir şey. Şimdi aynı caddede lüküs arabasının içinde dur kalk, dur kalk sinir buhranları geçireni bir yandan, yağmurda çamurda otobüs dumanlarından boğulan, perişan bekleşenlere bir yandan insanın acıması geliyor. İşte hesap sormaya sormaya bu hallere gelindi. Şimdi İstanbul’da arabası olan perişan, olmayan perişan. Amerika bile sonunda toplu taşımacılığa, demiryollarına pay ayırmaya bugünlerde mecbur kalmaktadır. New York dahil bütün şehirlerinde araba keşmekeşini önleyici yönetim tedbirleri zaten çoktandır vardı. Bizde ise İstanbul, Ankara gibi şehirler bile böyle herhangi bir tedbire rastlanmıyor. Bir an evvel bazı tedbirler alınmazsa şehirlerimiz toptan kilitlenecek, insanlar çıktı egzoz gazlarından topyekün zehirlenecekler. Zaten şimdiden işe 1-2 saatte ancak gidiliyor. Sadece bunun verdiği iktisadi zararın haddi hesabı yok. İktisatçılarımız niye bu zararın mali boyutunu oturup hesaplamıyorlar? Mühendisler niye karayolunun bir kilometresi maliyetine 5 km demiryolu yapılacağı gibi hesapları yapıp halkın gözünün önüne sermiyorlar? Niye tercihli otobüs yolundan bir hafif tramvay hattı geçirilmiyor? Niye araba otobüs kısıtlanıp böyle tramvaylar yapılacağına çok daha fazla maliyeti olan yer altı “metro” düzeni için yıllarca uğraşılıyor? İstanbul’da sahiller doldurulup geniş otoyolları yapılırken niye az yer kaplayan raylar da konulmuyor? Yakıt artışları azalmasın, araba ithaline dokunulmasın, ahali araba alışkanlığından sapmasın diye mi? Unutmayalım ki, neftyağı üretimi neredeyse olmayan bir ülkenin insanlarını oyuncak sevdası gibi arabalarla meşgul eder, kaynaklarının önemli bir kısmını dışa yakıt ve araba parçaları için aktarırsanız, o ülkenin ileriye dönük, onu önemli bir dünya devleti yapacak temel yatırımları yapmasını da engellemiş olursunuz. İşte öyle bir ülke sonunda bütçesinin yüzde kırkını sonra daha da fazlasını dış borç faizlerine öder, varını yoğunu, fabrikalarını, santrallerini, limanlarını ve hatta vatan toprağını yabancılara satar, gençlerinin eğitimini bile İngiliz gibi insanlıktan uzak, hunhar milletlere havale eder, sonra da tarihten silinip gider. ULUSLARARASI İLİŞKİLER Yıllardır Avrupa’sı, Amerika’sı bastırıyor “Kıbrıs Sorunu” diyor; “Ege Sorunu” diyor; sözde “Kürt Sorunu” diyor. Bizde de birileri yıllardır, gelenin gidenin önünde ezilip büzülüyor; “Afedersiniz efendim”, “Özür dileriz efendim”, “Ödevimizi yaparız efendim” diyorlar. Otuz küsur yıldır bendeniz ise, naçizane diyorum ki “Bu tavrı takındığınız takdirde, ne kadar haklı olsanız, davayı baştan kaybedersiniz”. Takınılacak tavır başkadır Türkiye’nin “Kıbrıs Sorunu” yoktur. Türkiye’nin Yunanistan’la babamın memleketi Batı Trakya Sorunu vardır. TV’den yeni öğrendik Batı Trakya’nın Batı Paşaeli’nin kuzey Türk köyleri meğer 67 yıldır birer tehcir kampı, birer hapishane imiş. İçerdekiler köy dışına ancak özel tezkereyle çıkabiliyor, kimse bu tel örgüyle çevrili köylere giremiyormuş. Türkiye’nin “Ege Sorunu” yoktur; Yunanistan’ın Lozan’a rağmen adaları askeri üs haline getirme sorunu vardır. Türkiye’nin “Kürt Sorunu” yoktur. Türkiye’nin Kerkük Türkmenleri Sorunu vardır. Avrupa’ya gelince Türkiye’ye “insan hakları” dersi vereceğine, Avrupa önce Bosna’da, Cezayir’de, Kosova’da yaptırdığı katliamların hesabını vermelidir. Batı ülkeleri, sözde “Ermeni Soykırımı”nı değil, Ermenilerin Azerbaycan/Karabağ’da daha yeni yaptıkları gerçek soykırımı gündeme getirmelidirler. Türkiye’nin Savunması Dolayısıyla birinci ilkemiz Dünyanın neresinde olursa olsun, oralı Türk, buralı Türk, nerede bir Türk’ün kılına dokunulursa bütün Türkler, bütün milletleriyle ve devletleriyle hemen seslerini duyurmalı, bütün uluslararası ortamlarda protestolar, bir sürü basın-yayın faaliyeti. Türkiye’nin savunması burada başlar Balkanlarda binlerce Türk’ü kessinler, Irak’ın kuzeyinde Türkmenlerin başlarını daha yeni hapse atsınlar. Olur mu böyle şey? Nerede Türk varsa onun hakkını hepimiz savunacağız. Uluslararası ortamlara gideceğiz, davalar açacağız, protesto edeceğiz, nota vereceğiz, ses çıkartacağız. Bir kere bu var; bunlar o kadar zor işler değil. Sadece çıkıp söyleyeceksin, bu kadar basit. Bütün mesele; şahsiyete, haysiyete ve aşağılık duygusu yerine kendine güvenmeye dayanır. Psikolojik bir şey, gayet de basit. Türkiye ve Türk Dünyası Üzerindeki İçten, Dıştan Tezgahlar Batı deyince, Rusya’sından bütün Avrupa’sı, bütün Amerika’sına kadar bizzat yaşayarak şunu gördüm ki en üst seviyesinden sokaktaki garibanına kadar hepsinin kafasında tek bir şey vardır “Endülüs’ü sildik, burası hala duruyor”. Bu acıklı duruma bizi “kültür mühendisleri” getirdi, bilhassa Amerika’nın, İngiltere’nin kültür mühendisleri yaptılar bu işi. Zaten bir ülke, bir millet içinden dağıtılırsa, topa, tüfeğe ihtiyacı kalmaz artık. Evet top, tüfek, lazerli silahlar, füzeler vb. vb de olmalı. Atatürk Ruhu Yerine “Sahte Sağ / Sahte Sol” 1960’lara kadar Atatürk ruhu hakimdi Herkes “Türk”tü, herkes “Atatürk milliyetçisi”idi. Sonra hava değişti. Kimi zannetti ki “milliyetsizlik fikri” Rusya’dan geldi. Hayır efendim sahtelerin ikisi de Amerika’dan geldi. Önce, 1960-1970’lerde Amerika’nın yarattığı sahte sağ ve sahte solla bölündük ve milli değerlerden uzaklaştırıldık. 1990’larda filmi, kaseti, sahneyi; ne derseniz deyin değiştirdiler; “komünist”, “faşist” lafları kalktı, bir çok ortaoyuncusunun da hakiki rengi ortaya çıktı. Bazı safiyan diyor ki “Efendim, bu adam vaktiyle komünist hücreler kurmuş, ordudan atılmış, şimdi Amerikancı kapitalist oldu. Be kardeşim, o zaman da Amerika’ya hizmet ediyordu, şimdi de. Farkı Eskiden “komünist rolü yap” denmişti, şimdi de “yeni dünya düzenci” kapitalist. Adam aynı adam, değişmedi; rol değişti. Bu durumlara iyi dikkat etmeliyiz. Bunlar hep “kültür mühendisliği” teknikleri. Aslında Batı birçok ince taktikleri de Selçuk ve Osmanlı Türkleri’nden öğrendi. Biliyorsunuz Makyavelli kitabının dipnotunda der ki “Bu numaraları Osmanlıların Bizans Tekfurları arasında düzenledikleri dolaplardan öğrendim” Meğer aslında Nizamülmülk’ün kitabını da okumuşmuş Asyalı mı, Avrupalı mı, Avrasyalı mı Olmak? Aslında biz hem Asyalıyız, hem Avrupalı, hem de Orda Doğulu. Bundan büyük nimet mi olur? Hangi millete nasip olmuş? Avrasya’nın, hatta şimdi Amerika kıtaları dahil kaç kıtanın en eski milletiyim; 10 bin sene ve daha öncesi; dili matematik gibi dil, yeni giren İngilizce bozuntuları hariç, kültürü büyük, tarihi büyük. Kaç imparatorluk kurduk. Onlar sadece öyle kılıç kuvvetiyle olmadı; üstün kültürümüzle oldu, bilim ve tekniğimizle oldu, idari nizamımızla, üstün maneviyatımızla oldu. Şimdi Türkiye öyle bir durumda ki, bir yanda bütün İslam dünyası var, bir yanda Türk dünyası, ta Japonya’ya kadar. Türk Dünyası’ndakilerin içinde komünizme rağmen Türk Müslüman şuuruna sahip olanları hayli fazladır. Öbür yandan biz Avrupa ile de haşır neşir olabiliyoruz. Dünyaya bak hem Asya, hem Ortadoğu, hem Avrupa. Hepsinde cirit atabilen böyle başka bir millet yok. Yani Allah bize öyle nimetler vermiş ki, biraz aklımızı kaşımıza alıp toparlanabilirsek dünyanın en büyük birkaç devletinden biri oluruz. Pek yakın tarihe dek öyleydik; gene oluruz. Avrupa’ya Çok Şey Öğrettik Açın bakın Orta Çağ sonunda bu Avrupa’ya, bu kara cahil, yobaz, temizlikten haberleri olmayan, vebadan kırılan perişan Avrupa’ya bilimleri öğreten Türklerdir. Matematiğin birçok dalını icat eden Türk matematikçileridir. Batıya cebiri de, kimyayı da, gökbilimi de, ruhbilimi de biz öğrettik. Kendimizi, tarihimizden, atalarımızdan aldığımız manevi güçle, ileriye bakarak toparladığımız zaman Batıya, dünyaya, gene çok şey öğretiriz. Bir taraftan Avrasya Türk dünyası ile ilişkilerimiz olacak, bir taraftan Avrupa ile, Uzak Doğu ile, hatta Güney Amerika ve Afrika ile ticaretimiz. Ayrıca İslam ülkelerinin sömürgelikten kurtulması için gene biz ağabeylik yapacağız; başkası yapamaz bunu. Şimdi Batı bunlardan çok korkuyor. Batı gizli gücümüzü biliyor da, biz bilmiyoruz. Batılı, Türklerin kendilerine güvendikleri zaman pek çok işi başardıklarını görüyor. İçerden engellemelere rağmen halk, bu millet, bir sürü iş becerdi. Hatta başka ülkelere işçi olarak gitti, işveren oldu. Onun için bu içerdeki ve dışarıdaki düşmanlar son derece endişe ediyorlar. Dolayısıyla bu düşmanlar, adım adım, bilhassa son 50 yıldır hızlanarak, “bu işi kökünden nasıl hallederiz?” ile uğraşmışlardır. Yıllarca haçlı seferleri yaptılar, bir türlü beceremediler bu işi; sonunda dediler ki “Biz bu işi içinden halledeceğiz. Bunları içinden bozarsak, Türklük ve Müslümanlık şuuru bırakmazsak ve nihayet birbirine düşürürsek, kim olduğunu, feleğini şaşırmış hale getirirsek, dinini, tarih şuurunu yok edersek, o zaman bu işi biz rahatça hallederiz”. Bu plan yürümektedir Türkiye’de. Fakat Türkiye’de ben vaktiyle şuna dikkat ederdim hani tahsil veya iktisadi olarak sözüm ona alt tabakaya doğru indikçe, yani gariban halka, köylüye falan indiğin zaman onlarda daha bir derinlik görürdüm. Yani o insanlarda daha derin bir kültür vardı. Çünkü biz Asyalıyız. Ve bizim binlerce senelik bir kültürümüz var. Bu kültür hala bozulmamış halkta yaşıyor. Gerçi bu güzel tabakayı da bugünlerde bozuyorlar ki, en büyük tehlike de buradadır. “Üst” tabaka zaten çoklukla bozulmuştur. Amerika’da, Avrupa’da Türkiye’dekinin tam tersi bir durum gördüm Oralarda üst tabaka bilgilidir, çalışkandır, yapıcıdır. Ama aşağıya indikçe indikçe ahali barbarlaşır, yabanileşir. Neden? Çünkü Batının kültürü birkaç yüz seneliktir. İşte bunlar, barbar kavimlerin elektronik cihazları yapmayı öğrenmiş –onu da devşirdikleri insanlar sayesinde yapmış- insanlardır. İşte Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz. Ne kadar sürer demiş İngiliz. “Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonra için çalışıyoruz” demiş. İngiliz bu planla Hicaz’da Vahabilik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud kralları da bunların torunlarıdırlar. Vahabiler ilk iş olarak Hicaz’da bulunan 300-500 bin Türkü kestiler. İngiliz Hindistan’da da sahte Ahmedi mezhebini kurdu. 1838’de İngilizler dünyanın küreselleştiğine dair bir edebiyatla ve Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki bazı idarecileri satın alarak Gümrük Birliği anlaşması imzalattılar. İngiliz malları Türkiye’ye doldu. O zamanlar Ankara’nın nüfusu 90 bin civarındaymış, büyük bir el dokuma sanayii varmış ki, dünyaca meşhur kumaşlar üretilirmiş. Bu anlaşmadan 10-15 yıl sonra Ankara’nın nüfusu 30 bine düşmüş. Dokuma sanayiimiz ölmüş. Ardından Tanzimat Fermanı ile köşe başlarındaki bazı adamların da gayretleriyle çözülme başladı. Fransa’ya rasgele, amaçsız öğrenci gönderilip sahte sömürge aydınları yetiştirildi. Çare, elbette her yapılan alçaklığa son dakikada yarım ağız tepki göstermek “kınamak” değildir. Gülerler adama. Yıllardır, daha kimse bize sataşmadan, bizim kendi davalarımızı dünya kamuoyunda sürekli gündeme getirmemiz, Türkiye’de Ermenilerin yaptığı sayısız hunharlıklar, katliamlar için yapanların cezalandırılmasını ki çoğu hayatta, başka ülkelerde idiler, soyundan sopundan tazminat alınmasını istememiz gerekirdi. Daha yakın yıllarda Fransa’da, çeşitli ülkelerde elçilerimizi öldürenleri barındıran, üstelik de utanmadan iki de bir bize insan hakları dersi vermeye kalkışan bu uygarlık, insanlık fukarası Batı ülkelerine yıllardır niye dayatmadık? Fransa’ya Ne Yapmalıyız? 19. yüzyılın sonuna doğru Paris budalası bazı Osmanlı “monşer”leri aralarında Fransızca konuşur olmuşlardı. Etki alanını Anglosakson’a kaptırmasına rağmen, Fransız’ın en büyük başarısı duruyor. Osmanlı Devletinin idarecileri arasına sokulan 5. kol gizli cemiyet sayesinde, “mektep-i sultani” yani Galatasaray eğitimini Türkçe yerine Fransızca yaptı ve yapıyor. Fransızların, Türkiye’de hala etkili olmak için son ümitleri bu okul ve birkaç, rahibeli, misyoner okulu. Bunları kapattığın, hiç olmazsa eğitim dillerini Türkçe, öğretmenlerini de tümüyle Türk yaptığın an, Fransız canhıraş bir feryat atacak, acılar içinde inleyecektir. İşte Ermeni kışkırtıcısı, katliamcı, kültür, dil ve din emperyalisti Fransız’a yapılacak şey budur. Bak o zaman nasıl pişman olacaklar. Fransız’ın, Türk yumuşak topuğuna dokunduğun anda, Türkiye’deki Fransızca ile eğitimli okul mezunlarının bir kısmı diyecekler ki, “Fransız’a karşı duygusal davranıp da, kendimizi “bilim”den mahrum etmeyelim”. Lafa bak, dersleri Türkçe yerine Fransızca yapmakla bilim mi oluyormuş? O misyoner okullarından kaç tane gerçek bilim adamı çıkmış acaba? Var mı öyle bir şey? Hangi Avrupa Birliği? İngiltere, kuzeyde dağlı İskoçların sınırı Hadrian duvarına kadar Roma İmparatorluğunda kalıp dilinin %60’ı latinleşti tabii şimdiki örn. tıp dili %99 tam Latince. Kelt kavimleri tarih boyunca birlik olup bir tek devlet oluşturamadılar. Günümüzün Avrupa haritası, hala iki bin yıl önceki Kelt kavimlerinin haritası gibi. Kelt’lerin hemen hepsi Roma İmparatorluğu’nca fethedildiler. Ancak, Avrupa’da o zaman da, şimdi de önemli, ayrı bir durum daha var Cermen kavimleri. Batı Roma yıkıldıktan sonra Cermen göçleri Franklar, Engel ve Saksonlar, Lombardlar vb latinleşmiş ülkeleri değiştiremedi. Göçlerle gelen Ural-Altay/Türk kavimleri ise dillerini unutup eridiler. Cermen kavimleri bugün Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin bir Alman lehçesi konuşan kuzey kısmı ile latinleşmiş Keltler arasındaki mücadele günümüze dek sürmüştür. Bazı Batılı tarihçilere göre Avrupa’daki birçok savaş, I. ve II. Cihan Harpleri dahil, bu eski Alman-Latin/Kelt ayrılık-gayrılığının birer devamıdır. Sözde “Avrupa Birliği” içinde de günümüzde kökleri işte böyle derin bir Alman-Fransız ve Alman-İngiliz ayrılığını görmekteyiz. Avrupa Birliği’nin önemli dili Almanca mı olacak, Fransızca mı yoksa İngilizce mi? Bunun sessiz savaşımı sürüyor. 1066’daki Norman istilasından beri süregelen Fransız-İngiliz en hafif tabiriyle `rekabet’i de cabası. “Avrupa Birliği”nin bir de “Hıristiyan Kulübü” olduğundan söz ediliyor. Hayret, hangi Hıristiyan Kulübü? Bu toplulukta Katolik’i, Ortodoks’u, çeşit çeşit Protestan’ı var. Bunlar o derece birbirlerine düşmandır ki, tarih boyu zaman zaman birbirlerine karşı Müslüman Türk’le bile anlaşmayı yeğlemişlerdir. Yakın tarihte Sultan Abdülhamid Han bu ayrılıkları çok iyi kullandı. Hala süren şu Katolik İrlanda ile Protestan İngiltere arasındaki kavgaya da bir bakın. Daha önce Katolik İspanya ile İngiliz İmparatorluğu arası savaşlar. Norveç ve İsviçre halk oylamalarına binaen AB’ye girmedi. İngiliz halkı bile AB’de ulusal egemenliklerinden vazgeçmek istemiyor. Fransa’da da aynı şekilde kuvvetli sesler yükseliyor. AB fikrinin arkasında yatan ülkülem “ideoloji” ile hiç de yeni olmayan, kökleri 1700’lere giden “Yeni Dünya Düzeni” arasında bağıntı var. Fransa’nın önemli bazı siyaset adamları son aylarda bu “Yeni Dünya Düzeni” oyununa karşı çıktılar. Ama Türkiye’de de olduğu gibi üstlerde birileri “Yeni Dünya Düzeni” ve onun kuyruğu AB’ye uluslarını, adeta emr-i vakilerle sürükleme peşinde. Bu üstlerdekilerin kime, niye ve nasıl hizmet ettikleri elbet bir gün belli olacak. İşte Türk Dünyası Böyle Oluşur? Türk Dünyası’nın yeniden oluşması için bütün Türk Cumhuriyetlerinde ortak Türk dili ve ortak yazı bir an önce gelişmeli, ortak Türkçe yayınlar Türk Dünyası’nın her köşesinde okunmalı, bu ülkelerin Türkçe TV’leri herkesçe seyredilmeli, her dalda yapılacak ortak kurultaylarda, bilimsel toplantılarda konuşmalar Türkçe olmalıdır. Bu hedeflere ulaşmak o kadar zor mu? Hayır, yeter ki gönüllerde istek olsun. Burada bir gazete, kitap çıktığı zaman bütün Türk Dünyası’nda okunabildiğini düşünün; bu eserlerin 250 milyon insana gittiğini düşünün. Osmanlı’daki gibi büyük bir millet olmaya sadece bu yeter. Lehçe farklılıklarına rağmen her Türk hepsini anlar, anlamalıdır. Ben suni yakıştırmalar olan “öz Türkçe”, “Osmanlıca” diye bir ayrım, bir bölücülük kabul etmiyorum; ikisi de Türkçe’dir ve o zaman Türkçe dünyanın en zengin dili olur. Ama Frenkçe, İngilişça bozuntusu “Anglomanlıca” laflar asla Türkçe olamaz. “Ambulans” gibi, “aktivite” gibi, “parlamenter” gibi her özentifikasyon kelime gönlü Türk olanın böğrüne bir diken gibi batar. Böyle sözcükleri kullanan ayıplanmalı ama aşağılık duygusundan kurtulması için kendisine yardımcı olunmalı. İçten, Dıştan Saldırılar Karşısında Türkiye Amerika, Avrupa, Çin, Rusya gibi kuvvetler arasında Türkiye’nin bağımsız bir denge siyaseti gütmesi gerekir. Her ülke ile ilişkilerimizin olması, bunların arasındaki dengeden faydalanmamız gerek. En son Sultan Abdülhamit Han, sonra da Atatürk “Denge Siyaseti” yaparak Türkiye’nin çıkarlarını korumuşlardır. Denge siyaseti olmadan, bir tek kuvvetin her dediğini yapmakla ülkedeki işler işte bu hale geliyor. Biz siyasetten bahsetmiyoruz. Siyasi şeyler gelir geçer, bunlar önemli değildir. Uzun vadede kültür genlerini binlerce yıl yaşatan kültür meseleleridir. Dildir, edebiyattır, tarihtir, bilimdir. Sovyetler dağıldığından beri Türk kurultayları yapılıyor. Kurultayda bazıları Rusça konuşurmuş, diğerleri İngilizce konuşurmuş. Böyle Türk kurultayı mı olur? İnsanlarımızın bağımsızlık ruhuna sahip olması lazım; özgüvenlerinin gelişmesi lazım. Deniyor ki “Dünyada bağımsızlığın önemi geçmiş”. Öyle bir şey yok. Her ülke kendi bağımsızlığına, kültürüne daha fazla sahip çıkıyor. Çünkü eğer her ülke kendi değerlerine sahip çıkarsa, ancak eşitler arasında bir kardeşlik ve küreselleşme olur. Aksi takdirde biri birinin kölesi olur. HIRİSTIYAN — MÜSLÜMAN İLİŞKİLERİ III. Dünya Savaşı çıkar mı? Nasıl çıkar, onun üstüne tahmini birşeyler diyebilirim. İnşallah çıkmaz. Tabii daha önemlisi İslam ülkelerine karşı bir “Hıristiyan Cihadı” açılmıştır. Yani, Haçlı Seferi. Bush Haçlı Seferi desin-demesin, olaya baktığın zaman bütün İslam ülkelerine karşı bir haçlı seferi görülüyor. “Peki 11 Eylül’de mi başladı?” “Hayır.” Bin yıldır böyledir. Ama bu son Haçlı Seferi yeni başlamadı. 100 senedir devam eden bir Haçlı Seferidir. Bu olaylar son noktayı koymadır. İslam ülkeleri zaten perişandır. Herbiri bir sömürge durumundadır. Hepsinin başında dışardan ayarlı krallar vardır. Sahte neft yağı petrol bunalımı olduğu zaman Amerika’da ahali diyordu ki, sokakta benzin kuyruğunda “Bu petrol niye Arapların oluyormuş? Gidelim oraları fethedelim”. Nitekim 20 sene sonra bir Körfez savaşı icat edip zaten denetimlerinde olan petrol bölgesine iyice yerleştiler. “Şimdi Körfez savaşının asıl sonucu nedir?” Dikkat edin. Yan ürün gibi görünen şey asıl sonuçtur. “O nedir peki?” Amerika Suudi Arabistan’ı ve Kuveyt’i fiilen işgal etti. Bir sürü askeri üssü, yüz binlerce askeri var çölün ortasında. Arapların da haberi yok. Amerika hem petrol bölgesine yerleşti hem de Suudi Arabistan ve Kuveyt’in hazinesini soydu. “Ben sizi korudum” bahanesiyle. Kral aileleri ağlaşıyor. Üstelik borçlandılar. Hem işgal edildiler, hem hazineleri soyuldu. Afganistan’daki savaşın da sonucu Amerika’nın bu sefer de Orta Asya, Kafkasya neft yağı, doğal gaz ve maden kaynaklarına ve o bölgeye yerleşmesi olacaktır. En başta da bu bölgelerin kapısı durumundaki ülkeler olan Türkiye, Pakistan, Afganistan var. Bizim aslında çok dikkatli olmamız lazım. Kabak bizim başımıza patlayacak. Avrupa’da Müslüman düşmanlığı tarihten beri çoktur. Ama Amerika’da Müslüman nedir, Türkiye nerdedir, bunlardan ahalinin pek haberi olmaz. Amerika’nın ahalisi cahil bırakıldığı için. Dolayısıyla da fazla düşmanlıkları da yoktu. Yeni kavram-formül ile birlikte Müslüman dünyası düşman ilan edildi. Amerika böyle karar verdiği zaman basın-yayına da 1-2 kitap yazdırırlar. Huntington gibi adamlara. Sonra bunların çığırtkanlığını yaparlar. Birkaç gün içinde aniden bir hava oluşuverir. Yani birileri düşman olarak gösterilir. Her zaman yapmışlardır. Dolayısıyla bu olaylar, bir başlangıç noktası seçmek gerekirse, 91’de bu lafların ortaya çıkmasıyla başladı diyebiliriz. Tabii öncesinde de planlanıyordu. Kimse sanmasın ki, 11 Eylül’de bir olay oluverdi de, ondan sonra ortalık karıştı. Öyle değil. Tüm olaylar adım adım düşünülerek planladı. Sizler de biraz düşünürseniz bir adımları farkedersiniz. Çok ciddi işler oluyor. Birçok uluslararası anlaşma tartışılmadan imzalanıp kabul ediliyor. Ama bunlar olurken milletvekili maaşları gündeme geliyor. Bilen birisi anlatsa da öğrensek işin hukuki tarafını, bir şey anlatan yok ki halka. Biz de diyoruz ki “Milletvekili maaşlarının anayasada işi ne?” Anayasa genel bir çerçevedir sadece. Sair ülke anayasalarına bak. Bir vatandaş olarak benim garibime gidiyor. “Anayasa da böyle ıvır zıvırın işi ne?” Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’nin Geleceği Bu toplumun yeniden inşa edilmesi gerekiyor, çünkü bin parçaya böldüler bizi. Gelin dostlar, şimdi bütün ayrımcılıkları bir kenara bırakıyoruz; yok sağmış, solmuş, laikmiş, anti-laikmiş, başörtüsüymüş vb. bunları bir kenara bırakın; bu milletin hepsi, her ferdi, Türkiye Cumhuriyeti içinde olan herkes bizim milletimizidir. Benim zaten şimdiye kadar tek bir fırkam partim oldu –köylerde dedim de şaşırdılar- köylerde nutuk atıyordum “biz iktidar olunca –muzipliği seviyorum ya- şöyle yapacağız, böyle yapacağız” diye. Köylüler dediler ki “hangi parti, oy verilim”. Ben de dedim ki “vallahi, o partilerden anlamam, benim bir tek partim vardır, o da Türk Milletidir ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki her fert benim milletimdir”. Tarih Tahterevalli Gibidir… Şimdi Sıra Bize Geliyor Tarih bir tahterevalli gibidir. Bunun matematiksel denklemlerini yazabilirim. Beş yüz sene Batı tarafı yükselir, öbür tarafı aşağı iner, beş yüz sene de tersi olur. Şimdi sıra bize gelmiştir. Batı, Amerika’sıyla Avrupa’sıyla içinden çürüyor. Onun için sıra bize geliyor kimse merak etmesin. SERBEST PİYASA “Serbest piyasa” nedir ben size söyleyeyim Siz Amerika’da Türk malı görebilir misiniz gidin bakın Bazı büyük alışveriş merkezlerinde bir tek Türk malı görürsün, Ülker Bisküvi. Dünyanın her yerinde var. Türkiye’de Ülker Bisküvi Şirketi’ne çok büyük ödül vermek gerekir. Ama, en adi tüm Amerikan mallarını, şimdilerde, oradakinden daha yüksek fiyatlarla Türkiye’de bulursun. O halde, “serbest piyasa” ne demek oluyor? “Onlar bize istediğini satsın, bizden hiçbir şey almasın, kotalar koysun” demek herhalde. Böyle serbest piyasa mı olur? Böyle enayi memleketi nereden bulacaklar? Başka ülkeler “karşılıklılık ilkesi”ne dayanmayan ilişkilere razı olmuyor. Yabancı sermaye gelince Türkiye kalkınacaktı, kalkındık. Amerikan hamburgercileri çoğaldı. Amerika’nın işe yaramaz moloz mallarını doldur, hem kültürün, sıhhatin bozulsun millet olarak, hem de Amerikan şirketleri bu işten para kazansın. Gele gele böyle bir yabancı yatırım geliyor; üstelik bir gelirse, bin götürüyor. Dolayısıyla iktisat her gün biraz daha batıyor, batmaması mümkün değil. Yani siz şimdi hiçbir şey üretmiyorsanız, gitgide sadece dışarıdakilerin malını pazarlıyorsanız, reklamını yapıyorsanız, gençler de bu işler için yetiştiriliyorsa boyuna alıyorsun, hem de borçla; satacak bir şey yok, tesadüfen arada bir olsa bile almıyorlar ve bitiyor işin, bu durumda batmaman mümkün değildir; çünkü termodinamiğin birinci kanunu işliyor. Çatlasan mümkün değil; tabiat kanunu söylüyor bunu. Ben olsam, devletin başına gelecek, hükümetlerin başına gelecek insanların fizik ve matematikten de anlamalarını şart koşarım, o zaman kafa çalışır; tabiat kanunlarına ters laflar söylenmez. Ama, “bilim+gönül” formülümüzü unutmayalım. Kafa/akıl yetmez, gönül de lazım. Bilim, teknoloji, araştırma iktisadi gelişmenin baş motoru, o tespit edilmiş. Onlar yapıp bize satacaklar, biz de kullanacağız. Gittikçe fakirleşirsin, gittikçe borcun altına girersin; sonra da geliş toprağına varıncaya kadar neyin var neyin yoksa elinden alırlar. Sen ne yapıyorsun? Hedefler gerekli ve bir milli siyaset gerekli. Küreselleşen dünyada ulusal hedeflerin olması daha da önem kazanmıştır. Ben küreselleşmeye taraftarım, aslında Türkiye’de arasın benden daha küreselini bulamazsın, daha evrenselini bulamazsın. Ama küreselleşme, evrenselleşme, eşit haklara sahip olan aşağı yukarı eşitler arasında olur. Biri herşeyi dayatıyor, diğeri de herşeye eyvallah demek zorunda kalıyorsa ve buna da alışıyorsa o zaman bu küreselleşme değildir. Bunun adına sömürgeleşmek denmez de ne denir? Bir Ülkenin İktisadı Üç Günde Nasıl Çökertilir? Borsaya sıcak para geliyor ya dışarıdan, borsa yükseliyor. Bu işler Türkiye’de yeni olduğu için millet ne olduğunu anlamıyor. Böyle ufak borsayı birkaç kişi yönlendirebilir. Gayet kolayca. Şimdi o para gelince, bizim dışarıdan ayarlı basın, “Vay işte Borsa çıkıyor!” diye milleti heveslendirir. Garibanlar da gidip oraya paralarını koyuyorlar. Ama, borsa yükseldiği zaman bir miktar veya batırmak istedikleri zaman hepsini birden yabancılar çekip götürüyorlar. Milyarlarca dolar, zavallı milletin parası şak diye gidiyor. Yani götürülen para kimden çıkıyor? Vatandaşın oraya koyduğu ufak tefek paralardan çıkıyor. Hatta bu, her ülkede böyle olur. Birileri kazanıyorsa birileri kaybediyor demektir. Kazanan birkaç kişi, kaybeden de milyonlarca insan. Bunun kaidesi budur. Mesela banka hortumlanıyor, zarara uğruyor, yani batıyor, mevduat sahiplerinin bütün mevduatlarını devlet üstüne alıyor. Devlet ödüyor. Onun için bankaların battığını millet pek farketmedi. Amerika’da bir banka battığı zaman, nitekim 1992’de Amerika’da bin tane banka battı, bütün millet o bankalar önüne yığıldı, isyanlar çıktı, ortalık birbirine girdi. Bizde böyle bir şey görmedik. Niye? Çünkü bütün mevduat sahiplerinin parasını devlet taahhüt ediyor. Hatta bankanın başka kuruluşlara olan borçlarını bile üstüne alıyor. Böyle kanun hiçbir yerde yoktur. Amerika’daki bankalarda teminat eskiden 50 bindi, sonra 100 bin dolar oldu. 100 bin dolara kadar mevduatın sigortası vardır. Devletin arkasında durduğu. Ona ayrı sigorta olarak fon ayrılmıştır. Yani her banka sigortaya prim öder, onlar durur, devlet onu tutar. Ve böyle battığı zaman senin 200 bin dolarlık mevduatın varsa, 100 bin dolar kadar bu sigorta sana öder. Hiçbir yerde bankanın zararlarını, batmasındaki durumu tamamıyla devletin, yani milletin cebinden, destekleyip yerine koyduğu bir ülke yoktur. Bu kanunlar daha önce çıkmış, ayarlanmış. Ne demektir bu? “Gel, bankayı soy, hortumla!” demektir. Teşviktir. Para nerede? Bu parayı saklamak mümkün değil. Araştırsak başka bir ülkeye gitti. O ülkeye resmi bir müracaatta bulunursun. “bizim şu kadar paramız senin şu bankanda duruyor” diye. Bunu bulmak kolaydır. Onun sana iade edilmesi gerekir. Hiç böyle bir laf yok, paranın nerede olduğunu soran yok. İsteseler bulurlar. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağı alacak dolap yapılmadı daha. Yurt dışında bir iki ülkenin bankalarında ama, soran yok. MANEVİYATSIZ AKIL EKSİKTİR Batı zannetmiştir ki, akıl her şeyden üstündür. Oysa, bu düşünce eksiktir. Neden? Çünkü akıl bir uzuvdur. Nasıl insanın bacağı yürümeye yararsa, akıl, beyin de biyolojik bilgisayar gibi bir şeyleri hesap etmeye yarar. Mesela, Kastamonu’ya gitmeye karar verseniz, oraya giderken en kestirme kaç kilometre, ne kadar engebelidir, haritalara bakarak öğrenebilir, bunu bilgisayarda yapar gibi saptayabilirsiniz. Bu işin bilgisayarıdır. Ama bilgisayar Kastamonu’ya gitmek için bir karar verdirmez. Nereye gitmek istediğini sana söyleyen içindeki sestir. Yani, gönüldür. İşin manevi tarafı bir takım önemli kararları aldırır. Onsan sonra işin ayrıntısını, nasılını akıl bulur. Bilim ve Din Birbirini Tamamlar “Gönül” çok eski Türkçe bir kelimedir. 5-10 bin seneliktir. Vicdan, maneviyat, kalbin tamamını içerir. Çok köklü bir kelimedir ve Batı dillerinde karşılığı yoktur. Gönül terbiyesi görmemiş insanlar, evrenkentlerde üniversitelerde insanlığın hayrına bir takım araştırmalarla uğraşacaklarına hep milletlerin aleyhine, birbirlerinin kuyusunu kazma, fitne, fesat, dedikodu gibi işlerle uğraşırlar. Çünkü gönül yok ki, o akla faydalı bir şey yapmasını emretsin. Medeniyet Maneviyatla Kurulmuş ve Zenginleşmiş Batılıların “Pax Ottomana” dediği barış dönemini yaşatan Osmanlılardır. Batı tarihçilerinin yazdıkları iki tane barış dönemi var. Birisi Octavius Augustus döneminde, Roma İmparatorluğunun büyük barışı ki, “Pax Romana”, 100-150 sene sürdü. Diğeri, Osmanlı’nın ki 600 yıl sürmüştür. Bundan daha uzun bir barış dönemi yoktur. Osmanlı çekildi, her tarafta kan gövdeyi götürüyor. Osmanlı döneminde herkes birlikte, barış içinde yaşamıştı. Millet Şuuru Gönül ve Kültürle Olur Bu kadar kıtada bu kadar uzun yıllar faaliyette bulunmuş bir milletin başka ırklarla karışmaması mümkün değildir. Hatta karışmazsa ayıptır. Türk olmak, soyu, sopu, ırkı, kanı, biyolojik olarak Türk olmak demek değildir. Dünyada saf ırk diye bir şey yoktur. Amerika’daki zencilerin genlerine bakarsan yarısı beyaz ırka ait çıkar. “Kültür Genleri” ve “Mensubiyet Hissi” Önemli Demek ki, “kültür genleri” diye bir şey var. “Kültür Genleri” biyolojik genlerden çok daha kılıcı ve önemlidir. Kültür geni, kafa ve gönül meselesidir. Türkçe’nin ana dili bile olması şart değil, benimsemişsen, seviyorsan, kullanıyorsan, gönlünde dil bağı varsa o zaman Türk’sün. Din Değişince Kültür de Değişiyor Toplumun gönlünün unsurları var. Şahısta olduğu gibi. “Gönül” dediğimiz maneviyatta, çok önemli olan bir de dindir. Türk `milletlerinin’ Türk Dünyası büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Müslümanlığın vecibelerini yerine getirmenin yanı sıra, Müslümanlığın kültürel tarafları da vardır. Bir takım gelenekler görenekler Müslümanlıkla içiçedir. Dolayısıyla dinini değiştirdiği zaman, insanlar tamamen değişiyor. Zira, din değişince kültür de değişiyor. ————————– SOOOOON

hedef türkiye oktay sinanoğlu özeti